Göynem – Beyşehir

İlahi – Kur`an -İslam – Din -Tasavvuf – Belgesel – Dua – Hadis – Tarih – Şiir – Vs… – بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Archive for Mart 2014

1 Nisanın tarihçesi

Posted by Site - Yönetici Mart 31, 2014

Göynem - Beyşehir

1 Nisanın tarihçesi

1 Nisanın tarihçesi

15. yüzyılın sonlarında, Haçlı ordusu Endülüs Müslümanlarının son kalesini
kuşatır. Uzun süren bir kuşatma olmasına rağmen, kış aylarının da etkisi ile, kale korunabilmektedir. Durumun zorluğunu anlayan Haçlı ordusunun komutanı değişik taktikler düşünmektedir.

En sonunda 31 Mart gecesi Kalenin önüne giderek bir elinde Kur’an bir elinde İncil ‘Şu iki kitap üzerine yemin ederim ki, teslim olursanız bu akşam size bir şey yapmayacağım’ der. Gerekli görüşmelerden sonra canlarının kurtarılması karşılığında Müslümanlar kaleyi teslim ederler.

Ertesi sabah, yani 1 Nisan sabahı, Haçlı ordusu komutanı bütün Müslümanların
öldürülmesi için emir verir. Bunun üzerine Müslümanlar
Yemin etmiştiniz, bize söz vermiştiniz dediklerinde Haçlı ordusu komutanı ‘Benim sözüm size dün akşam içindi, bugün için size bir sözüm yokturdiye cevap verir ve bütün Müslümanlar orada Şehit edilir.

İşte o gün bugündür 1 Nisan hıristiyanlar arasında ‘Hile Günü’ olarak kutlanmaktadır.
Maalesef hıristiyanları taklit etmeyi modernleşme sanan gafil Müslümanlar arasında da yaygınlaşmış…

View original post 14 kelime daha

Posted in Genel | Leave a Comment »

Münafıkların Özellikleri

Posted by Site - Yönetici Mart 31, 2014

Münafıkların Özellikleri

İnsanlar inançları bakımından üç gruba ayrılmıştır: Mü’min, Kâfir ve Münafık. Mümin, Allah’a, Hz. Peygamber’e ve O’nun haber verdiği şeylere kalben inanıp, kabul ve tasdik eden kimseye denir. Kâfir, İslâm dininin temel prensiplerine inanmayan, Hz. Peygamber’in yüce Allah’tan getirdiği kesin olan ve tevâtür yoluyla bize kadar ulaşmış bulunan esaslardan (zarûrât-ı dîniyye) bir veya birkaçını yahut da tamamını inkâr eden kimseye denir.

Hak dine inanlarla bunu açıkça inkâr edenlerden sonra üçüncü bir inanç ve davranış grubu vardır. Bu gurupta bulunanlar haz/Allah’ın birliğini, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve onun, haz. Allah’tan getirdiklerini kabul ettiklerini söyleyerek, Müslümanlar gibi yaşadıkları halde, kalpten inanmayan kimselerdir ki, bunlara münafık denir. Münafıkların içi başka dışı başkadır.[1]
Kutsal Kitabımız Kuran-ı Kerim’in ikinci suresi Bakara suresinin ilk ayetlerinde bu üç grubun özellikleri belirtilmiştir. Müminlerin özellikleribizlere şöyle bildirilmiştir.الم {1} ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقِينَ {2} الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ {3} والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ {4} أُوْلَـئِكَ عَلَى هُدًى مِّن رَّبِّهِمْ وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ{5}‏ “

Elif Lâm Mîm, Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir. Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar. İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır.”[2] Kâfirlere gelince onlar ise şu şekilde anlatılmaktadır. إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ {6} خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عظِيمٌ {7} “Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.”[3]

Kur’an-ı Kerim’de ve Sevgili Peygamberimizin hadis-i şerifler ışığında münafıkların özelliklerini üç ana başlıkta incelemeye çalışacağız.

1. Münafıkların itikatları (inançları) bozuktur: Münafık, kaybolmak, eksilmek, geçmek ve tükenmek anlamında “n-f-k” kökünden türemiştir. Din ıstılahında ise, kalbi ile inanmadığı halde inkarını saklayıp, dili ile inandığını söyleyerek mümin görünen kimseye denir. Yapmış olduğu bu davranış şekline ise nifak denir.[4]
Münafıkların en önemli özelliği itikatta yanlış inançta olmalarıdır. Çünkü inanç bakımından münafıkların en belirgin özelliği inanmadıkları halde inanmış gözükmeleridir. Kuran-ı Kerim’de münafıkların özellikleri arasında ilk zikredilen husus budur. وَمِنَ النَّاسِ مَن يَقُولُ آمَنَّا بِاللّهِ وَبِالْيَوْمِ الآخِرِ وَمَا هُم بِمُؤْمِنِينَ {8} يُخَادِعُونَ اللّهَ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلاَّ أَنفُسَهُم وَمَا يَشْعُرُونَ {9} فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ فَزَادَهُمُ اللّهُ مَرَضاً وَلَهُم عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ {10} وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ قَالُواْ إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ {11} أَلا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَـكِن لاَّ يَشْعُرُونَ {12} وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُواْ كَمَا آمَنَ النَّاسُ قَالُواْ أَنُؤْمِنُ كَمَا آمَنَ السُّفَهَاء أَلا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَاء وَلَـكِن لاَّ يَعْلَمُونَ {13} وَإِذَا لَقُواْ الَّذِينَ آمَنُواْ قَالُواْ آمَنَّا وَإِذَا خَلَوْاْ إِلَى شَيَاطِينِهِمْ قَالُواْ إِنَّا مَعَكْمْ إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِئُونَ {14} اللّهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ {15} أُوْلَـئِكَ الَّذِينَ اشْتَرُوُاْ الضَّلاَلَةَ بِالْهُدَى فَمَا رَبِحَت تِّجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُواْ مُهْتَدِينَ {16} “İnsanlardan, inanmadıkları halde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık” diyenler de vardır. Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir. Kalplerinde münafıklıktan kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söyledikleri yalana karşılık da onlara elem dolu bir azap vardır. Bunlara, “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde, “Biz ancak ıslah edicileriz!” derler. İyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir. Onlara, “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın” denildiğinde ise, “Biz de akılsızlar gibi iman mı edelim?” derler. İyi bilin ki, asıl akılsızlar kendileridir, fakat bilmezler. İman edenlerle karşılaştıkları zaman, “İnandık” derler. Fakat şeytanlarıyla (münafık dostlarıyla) yalnız kaldıkları zaman, “Şüphesiz, biz sizinle beraberiz. Biz ancak onlarla alay ediyoruz” derler. Gerçekte Allah onlarla alay eder (alaylarından dolayı onları cezalandırır); azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara mühlet verir. İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almış kimselerdir. Bu yüzden alışverişleri onlara kâr getirmemiş ve (sonuçta) doğru yolu bulamamışlardır.”[5]

Bu âyetlerin Medine ve civarındaki birtakım münafıklar hakkında inmiş olmasında fikir birliği vardır. Rivayet edildiğine göre bunlar Evs ve Hazrec kabilelerine mensup bazı kimselerle, onlarla birlikte olanlardır ki, başkanları Abdullah b. Übeyy b. Selûl’dür.[6] Münafıklar Allah’a ve Resülullaha inanmış değillerdir. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir. وَيَقُولُونَ آمَنَّا بِاللَّهِ وَبِالرَّسُولِ وَأَطَعْنَا ثُمَّ يَتَوَلَّى فَرِيقٌ مِّنْهُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ وَمَا أُوْلَئِكَ بِالْمُؤْمِنِينَ “(Münâfıklar), “Allah’a ve peygambere inandık ve itaat ettik” derler. Sonra da onların bir kısmı bunun ardından yüz çevirirler. Hâlbuki onlar inanmış değillerdir.”[7]
Münafıklar Allah’a ve Resulüne inanmadıkları gibi müminlerle de dostlukta bulunmazlar ve ayrıca kâfirlerle de dost oldukları halde onlarla beraber gözükmemeye özen gösterirler. Yani iki grup arasında gidip gelirler. Allah-u Teala Kutsal Kitabımızda şöyle buyurmaktadır. مُّذَبْذَبِينَ بَيْنَ ذَلِكَ لاَ إِلَى هَـؤُلاء وَلاَ إِلَى هَـؤُلاء وَمَن يُضْلِلِ اللّهُ فَلَن تَجِدَ لَهُ سَبِيلاً “Onlar küfür ile iman arasında bocalayıp dururlar. Ne bunlara (Mü’minlere) ne de şunlara (kafirlere) bağlanırlar. Allah kimi saptırırsa ona asla bir çıkar yol bulamazsın.”[8]

Bu sebeple İtikadi anlamda münafıklığın sonucu Allah’ın azabıdır. Yüce Rabbimiz birçok ayette şöyle Münafıklar için ahiret azabını bildirmektedir. Birkaç ayet zikredersek; إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَن تَجِدَ لَهُمْ نَصِيراً “Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlara hiçbir yardımcı da bulamazsın.”[9] Bir başka ayette mealen şöyle buyrulmaktadır. “Allah, erkek münafıklara, kadın münafıklara ve kâfirlere, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşini vadetti. O, onlara yeter. Allah onlara lanet etmiştir. Onlar için sürekli bir azap vardır.”[10]

2. Münafıkların ibadet anlayışları bozuktur: Münafıkların bir başka özelliği ise, inanmadıkları şeyleri yerine getirdiklerinden dolayı ibadetleri zoraki yaparlar. Yapmış olduğu ibadetleri Allah’ın rızasını kazanmak için değil de insanlara gösteriş için yerine getirirler. Bu ise makbul olan bir davranış şekli değildir. Yüce Rabbimiz bu hususu bizlere şöyle bildirmektedir. إِنَّ الْمُنَافِقِينَ يُخَادِعُونَ اللّهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ وَإِذَا قَامُواْ إِلَى الصَّلاَةِ قَامُواْ كُسَالَى يُرَآؤُونَ النَّاسَ وَلاَ يَذْكُرُونَ اللّهَ إِلاَّ قَلِيلاً “Münafıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Allah da onların bu çabalarını başlarına geçirir. Onlar, namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı pek az anarlar.”[11]

3. Münafıkların ahlaki özellikleri bozuktur: Münafıklar yalancıdırlar, yeminlerini her zaman kendilerine kalkan edinirler, insanları Allah yolunda olmalarını engellerler, gösterişlidirler ve sözlerini hep süslü göstermeye çalışırlar. Kur’an-ı Kerim’de “Münafikun” diye münafıkların hayat tarzlarını ortaya koyan müstakil bir süre vardır. Bu sürenin ilk ayetlerinde Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır. إِذَا جَاءكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ إِنَّكَ لَرَسُولُ اللَّهِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ إِنَّكَ لَرَسُولُهُ وَاللَّهُ يَشْهَدُ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَكَاذِبُونَ {1} اتَّخَذُوا أَيْمَانَهُمْ جُنَّةً فَصَدُّوا عَن سَبِيلِ اللَّهِ إِنَّهُمْ سَاء مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ {2} وَإِذَا رَأَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ أَجْسَامُهُمْ وَإِن يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْ كَأَنَّهُمْ خُشُبٌ مُّسَنَّدَةٌ يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْ هُمُ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْ قَاتَلَهُمُ اللَّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ {4}وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا يَسْتَغْفِرْ لَكُمْ رَسُولُ اللَّهِ لَوَّوْا رُؤُوسَهُمْ وَرَأَيْتَهُمْ يَصُدُّونَ وَهُم مُّسْتَكْبِرُونَ {5}هُمُ الَّذِينَ يَقُولُونَ لَا تُنفِقُوا عَلَى مَنْ عِندَ رَسُولِ اللَّهِ حَتَّى يَنفَضُّوا وَلِلَّهِ خَزَائِنُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَفْقَهُونَ {7} “(Ey Muhammed!) Münafıklar sana geldiklerinde, “Senin, elbette Allah’ın peygamberi olduğuna şahitlik ederiz” derler. Allah senin, elbette kendisinin peygamberi olduğunu biliyor. (Fakat) Allah o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduklarına elbette şahitlik eder. Yeminlerini kalkan yaptılar da insanları Allah’ın yolundan çevirdiler. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür! … Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her kuvvetli sesi kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar! O münafıklara, “Gelin, Allah’ın Resülü sizin için bağışlama dilesin” denildiği zaman başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün. … Onlar, “Allah Resûlü’nün yanında bulunanlara (muhacirlere) bir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler” diyenlerdir. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat münafıklar (bunu) anlamazlar.”[12]
Münafıklar kötülüğün yayılmasını arzu ederler ve bunun için çalışmalarda bulunurlar, iyiliğin yayılmasına ise engel olurlar. Ayrıca cimridirler. Hayır yolunda harcama yapmadıkları gibi hayrada teşvikçi olmazlar. Kur’an-ı Kerim bu hususa şöyle işaret etmektedir. الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ بَعْضُهُم مِّن بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمُنكَرِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمَعْرُوفِ وَيَقْبِضُونَ أَيْدِيَهُمْ نَسُواْ اللّهَ فَنَسِيَهُمْ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ هُمُ الْفَاسِقُونَ “ Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendir (birbirlerinin benzeridir). Kötülüğü emredip, iyiliği yasaklarlar, ellerini de sıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular; Allah da onları unuttu. Şüphesiz münafıklar, fasıkların ta kendileridir.”[13] Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde münafıkların alametlerini şöyle ifade etmektedir. آيَةُ المُنَافِقِ ثَلاثٌ: إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ ، وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ ، وإِذَا آؤْتُمِنَ “Münafığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünden cayar, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.”[14]
Bu hadiste sayılan üç alâmetten birincisi, yani yalan söylemek, sözün bozuk olmasına; ikincisi yani va’dinden dönmek, niyetin bozukluğuna; üçüncüsü olan hıyanet de fiilin, davranışın bozukluğuna delâlet eder. Yüce Rabbim imanımızı kâmil eylesin, amelimizi Salih ve makbul eylesin, ahlaken en güzel davranış şekillerini hayatımıza aktarmayı nasip etsin.

Şerife Şevval Kardelen Hocamıza Bu Güzel Yazı İçin Teşekkür Eder Sizlerinde Dualarını Bekleriz.
.

 

1TDV. İslam İlmihali, c.1, s.77

[2] Bakara, 2/ 1-5

[3] Bakara, 2/6-7

[4] Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB. Yayınları, s.496

[5] Bakara, 2/8-16

[6] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili c.1,

[7] Nur, 24/47

[8] Nisa, 4/143

[9] Nisa, 4/145

[10] Tevbe, 9/68

[11] Nisa, 4/142

[12] Münafıkun, 63/1-7

[13] Tevbe, 9/67

[14] Buhârî, Îmân 24

 

Posted in Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar, Şerife Şevval Kardelen | Leave a Comment »

Cizye Ne Demektir ?

Posted by Site - Yönetici Mart 29, 2014

Cizye Ne Demektir ?

Cizye. İslâm devletinde zimmî denilen gayr-i Müslim vatandaştan, can ve mal güvenliklerinin korunmasına karşılık seneden seneye alınan vergidir.
Buna harâc-ur-ruûs (baş vergisi) de denir.

İmam Rabbânî (k.s.) hazretleri, kâfirlerden cizye alınmasının maksadını şöyle izah etmektedir: Kâfirleri sıkıştırmak, aşağı tutmaktır…

Kâfirler cizye ile o kadar aşağı düşerler ki. cizye vermemek için kıymetli elbise giymezler. Süslü eşya kullanamazlar. Çok vergi vermemek için, korkarlar ve titrerler.
Allâh’ü teâlâ, kâfirlerin düşkün olup horlanmaları için cizye vermelerini emretti. Böylece onların aşağı, Müslümanların da üstün, izzetli ve şerefli olmalarını sağladı….

Dipnot : İsmail Hakkı Bursevi(k.s.), Ruhu’l Beyan Tefsiri: 5/453.

Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Ruhu`l Beyan Tefsirinden Kıssalar, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar | Leave a Comment »

Gemideki Derviş.

Posted by Site - Yönetici Mart 28, 2014

Gemideki Derviş.

Bir derviş gemiyle seyahat ediyordu. Yükü ve eşyası olmadığı için, bir köşeye kıvrılıp uyumuştu. Gemide bir kese altın kayboldu. Her tarafı aradılar, ancak bulamadılar. Biri kenarda uyuyan dervişi göstererek,
Şu fakiri de arayalım, belki ondadır” dedi. Parasını kaybeden dervişi uyandırdı.Gemide bir kese altınım kayboldu. Herkesi aradık, seni de arayacağız. Üstündekileri çabuk çıkar” dedi.

Hırsızlıkla suçlanmak, dervişe dokundu. Rabbine iltica etti ve, ”Yâ rabbi! Bu zavallı kulunu hırsızlıkla suçluyorlar. Yardımını ulaştır” diye dua etti.
Dervişin duası biter bitmez, denizin her tarafından yüz binlerce balık başını çıkardı. Her birinin ağzında çok değerli, paha biçilmez bir inci vardı.
Derviş balıkların ağzından birkaç inciyi alıp, geminin içine fırlatıp attı. Sonra da iskemlede oturur gibi havada oturdu.

Gemidekilere, ”Haydi gidin. Yoksul bir hırsız aranızda bulunmasın. Geminiz sizin olsun. Hak benim olsun. Allah’a yakın olup sizden uzak olmak, benim hoşuma gider. O, beni hırsızlıkla suçlamayacağı gibi ipimi de gammazın eline vermez” dedi.

Gemidekiler dervişe ”Ey büyük zat! Bu yüce makamı sana neden verdiler?’‘ diye seslendi. Derviş önce kinaye yoluyla onlara yaptıklarını hatırlatmak için, ”Bir fakiri töhmet altında bırakıp, Hakk’ı incitmemem yüzünden verdiler” dedi. Sonra da, ”Hâşâ! Fakiri suçlayıp töhmet altında bırakmaktan değil, mânevî sultanlara gösterdiğim saygı ve edepten dolayı verdiler” dedi.

***

Gönül sahibi olanlar, gece ve gündüzün birbirinden çekindiği ve ayrıldığı gibi dünyadan öyle uzaktırlar.
Gönül sahibi has kulları ayıplamak, padişahı hırsızlıkla suçlamaya benzer.

Kaynak : Mesnevide Geçen Hikayeler.

 

Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Dini Hikayeler, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Mesnevi’de Geçen Hikayeler - Mevlana, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar | Leave a Comment »

Çöldeki Zâhid

Posted by Site - Yönetici Mart 27, 2014

Çöldeki Zâhid

Çölün ortasında yaşayan ve ibadetle meşgul olan bir zâhid vardı. Memleketlerinden hacca giden hacılar, zâhidi ziyarete geldiler. Susuz çölde yaşayan zâhidi merak ediyorlardı.
Yanına vardıklarında kızgın kumların üzerinde, huşû içerisinde namaz kıldığını gördüler.

Zâhid, sanki çayırda, çimende, güller içerisindeymiş gibi rahatlıkla secde ediyor, ayaklarının altında ipek halılar varmış gibi namazını kılıyordu. Tenceredeki suyu kaynatacak kızgınlıktaki kumlar, etkilemiyordu onu.
Hacılar uzun bir süre, zâhidin namazını ve duasını bitirmesini beklediler. Hacılardan gönül gözü açık biri, zâhidin ellerinden ve yüzünden abdest suyunun damladığını farketti.
Hacı zâhide sordu:
Buralarda kuyu yok, vaha yok, bu su nereden geliyor?” Zâhid ellerini gökyüzüne kaldırarak, ”Gökten geliyor” demek istedi. Hacılar,
Ey din sultanı! Bizim sorunumuzu hallet. Senin halin bize, yakîn imanı versin. Sırlarından bir sır göster. Gerçek müslüman olalım” dediler. Zâhid,
Yâ rabbi! Hacıların duasını kabul et. Yâ rabbi! Rızkınız gökyüzündedir buyurmuştun. Ben rızkımı gökte aramaya çalıştım. Sen bana göklerden bir kapı aç’‘ diye dua etti.

Zâhidin bu yakarışı sırasında, gökyüzünde fil şeklinde bir bulut belirdi. Sonra bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Hacıların hepsi tulumlarını açarak suyla doldurdular.

Zâhidin duasını ve bu duayı Allah’ın kabul buyurmasını gözleriyle gören hacılar, velîler hakkındaki yanlış düşüncelerini terkettiler.

Kaynak : Mesnevide Geçen Hikayeler.

 

Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Dini Hikayeler, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Mesnevi’de Geçen Hikayeler - Mevlana, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar | Leave a Comment »

BATI, TASAVVUFA DA EL ATTI

Posted by Site - Yönetici Mart 26, 2014

tasavvuf

BATI, TASAVVUFA DA EL ATTI

Tasavvuf, kalbi saf hale getirmek, kötülüklerden temizlemek demektir. Kişinin kalbini, Allahü teâlânın muhabbetine, sevgisine bağlamak, îmânını, i’tikâdını düzeltip, Resûlullahın söz, hareket ve ahlâkına uyup, O’nun yolundan gitmektir. Kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri ve kalbin, rûhun, kötülüklerden temizlenmesi yollarını öğreten ilimdir tasavvuf .

Tasavvuf, îmânın vicdanîleşmesini, yerleşmesini, fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve, kolaylıkla yapılmasını, kötü huylardan kurtulup güzel ahlak sahibi olmayı ve Allahü teâlânın sevgisine kavuşmayı sağlar. İmâm-ı Kettânî: “Tasavvuf, güzel ahlâktan ibârettir.” buyurmuştur.

Bu güzel ahlakla ahlaklanan, tasavvuf büyükleri, asırlardır, bıkmadan, usanmadan, İslâmın güzel ahlâkını anlatıp, İslâmı herkese sevdirmişlerdir. Her hâlleri ile İslâmiyeti yaşayarak örnek olmuşlardır. Bu büyükler ayrıca, İslâmiyeti dünyaya yaymakta bir nevi öncü kuvvet olmuşlardır.

Tasavvuf büyüklerinin dini yaymaktaki bu önemli fonksiyonunu gören İslâm düşmanları, bütün güçleri ile tasavvufa yöneldiler. Yüz yıldır, tarikat diyerek, birçok şey uyduruldu. Eshab-ı kiramın yolu unutuldu. Cahiller, sahtekârlar, şeyh maskesi altında, müslümanlara her çeşit günahı işlettiler. İslâm memleketlerini, gerçek manada tasavvuf ile ilgisi olmayan, müslümanları sömüren sahte mürşidler, sahte şeyhler istila etti.

Böyle karışık zamanlarda, yani hakiki tasavvuf âlimi olmadığı devirlerde, eskiden yaşamış, bilinen meşhur evliyaların, mürşid-i kâmillerin kitaplarını okuyan, bunları kendilerine rehber edinen, dinini ve dinimizin güzel ahlâkını buralardan öğrenenler ancak bu tehlikeden kendini koruyabildi.

Zamanımızdaki bu sahte şeyhlerden, aydın din adamı kılığındaki mezhepsizlerden, sinsi din düşmanlarından kurtulmanın yolu budur. İşte bu doğru yolu bilenleri ve elinde ehl-i sünnet ölçüsü olanları, kimse kandıramaz. İlmin olmadığı, âlimin bulunmadığı yerde, din de kalmaz. Nitekim, hadis-i şerifte, “İlim bulunan yerde müslümanlık vardır. İlim bulunmayan yerde müslümanlık kalmaz” buyuruldu.
Eskiden, yani zamanımızdan 100-150 yıl önce, ilim sahibi, dinimizin emir ve yasaklarını iyi bilen ve öğreten; severek, zorlama olmadan yapılmasını sağlayan, insanlara dinimizin güzel ahlâkını aşılayan birçok tarikat, birçok şeyh vardı.
Fakat, Osmanlıların son zamanlarından itibaren, tarikatlar bozulmaya başladı. Tarikatlara, çeşitli ajanlar sızdı. Müslüman kılığındaki bu ajanlar, yerine göre talebe, yerine göre şeyh ve mürşid rolüne girerek çeşitli yollar ile tarikatlara haramlar, bid’atler karıştırdılar. Din ile ilgisi olmayan, dinimizin yasak ettiği şeyleri, dinimizin emri olarak gösterdiler.

Bilhassa son zamanlarda, tarikat adı altında, insanların imanını çalmak için uğraşan, sayısız sahte şeyhler türedi. Namaz kılmanın farz olmadığını, kadınların açık gezmesinin sevap olduğunu açıkça söyleyebilen şeyhler çıktı ortaya. O hâle geldi ki gayesi, insanlara dini sevdirmek olan tarikatı, insanları dinden uzaklaştırmak şekline çevirdiler.

“Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır” sözünü öne sürerek, topladıkları müslümanların imanlarını, itikadlarını bozdular. Bu söz, dine uygun tasavvuf ehli bir
kimse olduğu zaman için geçerlidir. Yoksa her önüne gelen, ne olduğu belirsiz kimselere gidip, bağlanacak demek değildir. Böyle kimseler şeytandan daha kötü kimselerdir. Böyle bozuk bir tarikata girmek, yağmurdan kaçalım derken, doluya tutulmaktan, Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmaktan daha kötüdür. Çünkü bulgursuz yaşanır da, imansız yaşanmaz.

Bunların tuzaklarına düşen kimse, sahte, cahil doktora giden hastaya benzer. Sahte doktora giden, hayatından olduğu gibi, sahte şeyhe giden de dininden, imanından olur.

Şimdi de, yerli tarikatları bozdukları yetmiyormuş gibi, dışarıdan Moon gibi Hıristiyan kökenli ithal tarikatlar getirilmeye başlandı. Bozulan, dinden uzaklaştıralan kimseler Hıristiyanlaştırılmak isteniyor.

Kaynak : Dinler Arası Diyalog Tuzagı – Mehmet Oruç

.

Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Dini Konular, Dinler Arası Diyalog Tuzagı, Güncel, Gündem, Genel, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar | Leave a Comment »

Kıyamet Üç Kısımdır

Posted by Site - Yönetici Mart 26, 2014

Kıyamet Üç Kısımdır

Bil ki kıyamet üç kısımdır:
1- Küçük kıyamet,
2- Orta kıyamet,
3- Büyük kıyamet…

Küçük kıyamet: Her bir kişinin (kendi) ölümüdür.
Efendimiz (s.a.v.) hazretleri buyurdular: -“Ölen kişinin gerçekten kıyameti kopmuştur.”

Orta kıyamet: Birinci nefhâ (israfil Aleyhisselâm’m birinci üf-leyişi) ile bütün mahlukatın ölmesidir.

Büyük kıyamet: İkinci nefhâ (İsrâfıf Aleyhisselâm’ın ikinci üf-leyişi) cesetlerin haşr edilmesi ve ceza için mahşere sevk edilmeleridir.

Fena ve Baka

Bakî hayat, ancak nefis ve onun kötü sıfatlarından fena bulduktan sonra elde edilir.
Kişinin nefs-i emmâre ve kötü vasıflarından kurtulmasının yolu da ihlâs ile Allâhü Teâlâ hazretlerini zikretmektir. Allah’ın büyük ism-i şerifi olan lafza-i celâlin Allah İsm-i şerifinin) manâsı tecelli ettiği zaman, vücûd, âlemi izmihlale uğrar, fani olur. Tevhit denizinde istiğrak hâli hâsıl olur. Kişi Tevhit denizine daldığı zaman, kendisinden her şey kaybolur. Allâhü Teâlâ hazretlerinin gayri her şey onun nazarında gaiptir… Bu, kişinin suya daldığı zaman (sudan) gayri hiçbir şeyi görmemesi gibidir…

Zikir ve gaflet…

Şeyh Ebû Yezîd el-Bestâmî (k.s.) hazretleri buyurdular:
-“Kim, kalbi Allâhü Teâlâ hazretlerinden gafil olduğu halde, “Allah,” derse; bu takdirde o kişinin hasmı Allâhü Teâlâ hazretleridir.”

İsmail Hakkı Bursevi(k.s.), Ruhu’l Beyan Tefsiri: 5/439-440.

Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Ruhu`l Beyan Tefsirinden Kıssalar, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar | Leave a Comment »

Hikâye (Bursa Kaplıcaları ve zikir)

Posted by Site - Yönetici Mart 25, 2014

Hikâye (Bursa Kaplıcaları ve zikir)

Hikâye olundu:
Sâlihlerden bazıları, bir gece Bursa kaplıcalarına girdi.
Havuzun üzerine büyük bir tahtın kurulmuş olduğunu gördü.
Tahtın üzerinde cinlerin Sultanlarının kızı vardı.
Onunla beraber, bu cin taifesinden büyük bir kalabalık vardı.
Bu sâlih zât, onlara kaplıca suyunun aslını sordu.
Bu kaplıca suyunun aslı nedir?” dedi.

Cinler Sultanının kızı, o sâlih zatı bazı cinlerle beraber kaplıca suyunun kaynağına gönderdi.
O sâlih zât, kaplıca sularının kaynağında soğuk su olarak aktığını gördü. Hayretle;
-“Halbuki kaplıca suyu çok sıcaktır!
Bu soğuk su kaplıca suyunun kaynağı nasıl olabilir?” diye sordu.
Onlar:
-“Bizden bir cemaat, her hafta bu suyun (kaynağının) başında Allâhü Teâlâ hazretlerinin ismini ve “Hû” ism-İ şerifini okurlar.
İşte onun (yani Zikrullah’ın) harareti sebebiyle kaplıcanın suyu sıcak olmaktadır, dediler.

Kaynak : İsmail Hakkı Bursevi(k.s.), Ruhu’l Beyan Tefsiri: 5/440-441.

Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Dini Hikayeler, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Ruhu`l Beyan Tefsirinden Kıssalar, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar | Leave a Comment »

İmam-ı Rabbani Ahmed-i Fârûkî Serhendî (ks)

Posted by Site - Yönetici Mart 24, 2014

İmam-ı Rabbani Ahmed-i Fârûkî Serhendî (ks)

İmam-ı Ahmed Rabbani hazretleri, Hindistan’da yetişen en büyük veli ve alim. Ariflerin ışığı, velilerin önderi, İslamın bekçisi, müslümanların baştacı, müceddid, müctehid ve İslam alimlerinin gözbebeğidir. İnsanların itikad, ibadet ve ahlak hususunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızasına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen İslam alimlerinin büyüklerindendir .

İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel’abidin’dir. Lakabı Bedreddin, künyesi Ebü’l-Berekat’dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan’ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmam-ı Rabbani ismiyle tanınmıştır. İmam-ı Rabbani, Rabbani alim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kamil, olgun alim demektir. Hicri ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı “Müceddid-i elf-i sani”, ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, “Sıla” ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer’in soyundan olduğu için ,”Faruki” nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, “Serhendi” denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmam-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sani Şeyh Ahmed-i Faruki Serhendi’dir. (kuddise sirruh)

Babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük alimleri, salih ve faziletli kimseleri idiler. Babası Abdülehad Efendi din ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da en son mertebeye ulaşmıştı. Gençliğinde ilmi yaymak, insanlara hizmet etmek, doğru yolu göstermek için seyahat ettiği sıralarda, Hindistan’ın meşhur kasabalarından Skendere’ye gitmişti. O memleketten asil bir aileye mensub saliha bir hanım, firasetiyle Abdülehad Efendinin mübarek bir zat olduğunu anlayıp, ona; “Kendi kucağımda terbiye edip büyüttüğüm, iffet ve ismet cevheri bir kız kardeşim vardır. Böyle saliha bir kızın sizinle nikahlanmasını arzu ediyorum. Bu ricamı kabul edeceğinizi umarım.” diye haber gönderdi. Abdülehad Efendi bir müddet düşündükten sonra teklifi kabul edip, o kızla nikahlandı. Bu evliliklerinden İmam-ı Rabbani hazretleri doğdu.

İmam-ı Rabbani hazretleri çocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Evlerinde büyük bir üzüntü hasıl olup, vefat edeceğini zannetmişlerdi. O zamanın meşhur velilerinden ve Abdülkadir-i Geylani’nin yolunun büyüklerinden Şah Kemal Kihteli Kadiri’ye götürüp duasını istediler. Şah Kemal Kadiri, İmam-ıRabbani’yi görünce büyük bir hayranlıkla bakarak babasına; “Hiç üzülmeyiniz. Bu çocuk çok yaşayacak, ilmiyle amil, büyük bir alim ve eşsiz bir veli olacak.” demiş ve çocuğun elinden tutup, öpmüştü. Muhabbetle sarılmalarından dolayı, Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin feyzi ve nuru, mübarek vücudunu kapladı.

Şah Kemal Kadiri, İmam-ı Rabbani hazretleri hakkında çok güzel ve büyük müjdeler verdi. İmam-ıRabbani yedi-sekiz yaşlarında iken Şah Kemal Kadiri vefat etti.

İmam-ı Rabbani hazretleri ilk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur’an-ı kerimi ezberledi. Sesi güzel olduğundan, Kur’an-ı kerimi bülbül gibi okurdu. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhur alimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere ait küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, Mevlana Kemaleddin Keşmiri’den ilim öğrendi. Mevlana Kemaleddin meşhur alim Abdülhakim-i Siyalkuti’nin de hocası olup, zamanının en yüksek alimi idi. Bazı hadis kitaplarını da Şeyh Yakub-ı Keşmiri’den okudu. Kadı Behlul-i Bedahşani’den; hadis, tefsir ve bazı usul ilimlerinde icazet, diploma aldı. On yedi yaşında iken tahsilini tamamlayıp, bütün ilimlerden icazet aldı. Tahsili sırasında, Kadiri ve Çeşti büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, talebelere ilim öğretmeye başladı.

Bu sırada; Risalet-üt-Tehliliyye, Redd-i Revafid, İsbat-ün-Nübüvve adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesahatı ve belagatı, sür’at-i intikali, zekasının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.

Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde olgunluğu, tevazusu ile birlikte kalbi, Ahrariyye, Nakşibendiyye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefatından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend’den yola çıktı. Bu yolculuğunda Delhi’ye varınca, orada tanıdıklarından ve Muhammed Baki-billah’ın talebelerinden olan Mevlana Hasan Keşmiri ile görüştü. Mevlana Hasan Keşmiri, onu hocasının huzuruna götürüp, tanıştırmak istedi ve; “Bugün Ahrariyye yolunda bu ülkede başka böyle büyük bir zat yoktur. Taliblerin onun bir nazarıyla bakışıyla kavuştukları manevi derecelere günlerce çekilen çileler ve çeşitli riyazetlerle nefsin istediklerini yapmamakla kavuşmak mümkün değildir.” dedi.

İmam-ı Rabbani hazretleri, daha önce babası Abdülehad’dan da Ahrariyye yolunun ve bu yolda bulunanların üstünlüklerini ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin kitaplarını okuyup onların güzel hallerini bildiği için; “Bu Hicaz yolunda, böyle büyük bir alimden, bu büyükler yolunun zikr ve usullerini almaktan daha iyi ne olur?” diyerek Muhammed Baki-billah’ın huzuruna gitti. Huzuruna girince kalbinde bir nur parladı. Mıknatıs iğneyi çeker gibi çekildi. Kalbi şimdiye kadar hiç duymadığı, bilmediği şeylerle doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifade etmeği niyet etti ise de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmadı. Ertesi gün huzuruna gelip, Ahrariyye feyzine kavuşmak şevkini arzusunu bildirdi ve hizmetinde kaldı. Edeble ve can kulağı ile sözlerine ve hallerine bağlandı. Böylece Kabe’ye gitmekten vazgeçip, Kabe sahibini istedi. Üstadının da lütuf ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hallere kavuştu.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Muhammed Baki-billah’ı tanıdıktan sonra, edeple ve can kulağı ile bu hocasının sözlerine ve hallerine bağlandı. Birkaç ay sonra, hocası Muhammed Baki-billah ona icazet verdi. Böylece tasavvuf ilminde ve hallerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi olan Serhend’e dönmesi emrolundu. Hocası, talebesinden çoğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend’e gönderdi. Hocası onun için şöyle buyurdu: “Kalblere deva, ruhlara şifa olan bu tohumu, Semerkand ve Buhara’dan getirip Hindistan’ın bereketli toprağına ektim. Taliblerin yetişip kemale gelmesi için uğraştım. O (İmam-ı Rabbani), her dereceyi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım.”

İmam-ı Rabbani hazretleri, memleketine gelince ilim ve edep öğretmeye isteklileri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan aşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydavi Tefsiri, Sahih-i Buhari, Mişkat-i Mesabih, Avarif-ül-Me’arif, Üsul-i Pezdevi, Hidaye ve Şerh-i Mevakıf gibi bazı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nur ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselamın dinini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının padişahlarını, vali, kumandan, alim ve hakimlerini, çok tesirli mektupları ile, dine, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok alim ve veli yetiştiriyordu. Allahü teâlâ ona öyle manevi ilimler ihsan etmişti ki hocası Baki-billah da bu yeni ilimlere kavuşmak için huzuruna gelir, hürmetle otururdu. Hatta bir gün geldiği zaman, İmam-ı Rabbani’yi kalbi ile meşgul görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de haber verip; “Rahatsız etme!” dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmam-ı Rabbani hazretleri kalkıp; “Kapıda kim var?” deyince üstadı; “Fakir Muhammed Baki.” dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep ve tevazu ile karşıladı.

İmam-ı Rabbani hazretleri bir müddet Serhend’de talebe yetiştirmekle meşgul olup, insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, hocası Muhammed Baki-billah’ı ziyaret için Delhi’ye gitti. Bir müddet hizmetinde kaldı ve hocası ile çok hoş sohbetleri oldu. Hallerini bulunduklarından daha yukarıya götürdüler. Bütün bu lütufları ile çok yüksek hallere, faziletlere kavuşmasına rağmen, hocası Muhammed Baki-billah’a yapılması mümkün olmayan bir edeble davranıyordu. Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır: “Hace Hüsameddin Ahmed’den işittim. Hocam İmam-ı Rabbani’yi medhedip övdükten sonra; “Mertebesi yüksek, fazileti çok olmakla beraber, edebe riayette, hocamız Muhammed Baki-billah’ın talebelerinden hiçbiri, İmam-ı Rabbani hazretleri gibi değildi. Bunun için bereketler herkesten önce ona nasib oldu.” buyurdu.

İmam-ı Rabbani hazretleri şöyle buyurmuştur. “Biz dört kişi, hocamız Muhammed Baki-billah’a hizmette diğerlerinden ilerdeydik. Hepimizin ayrı bir bağlılığı, ayrı bir düşüncesi vardı.Bu fakir yakinen biliyorum ki, böyle bir sohbet ve cem’iyyet, terbiye ve irşad kaynağı, Peygamber efendimizin zamanından sonra dünyada çok az görülmüştür. Gerçi insanların en hayırlısı olan Resulullah efendimiz zamanında bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ama, Muhammed Baki-billah hazretlerinin saadetli sohbetinden de mahrum kalmadık. Bunun için bu büyük nimetin şükrünü yerine getirmek lazımdır. Onun huzurunda herkes kendi bağlılığına, muhabbetine göre bir şeylere kavuştu.”

İmam-ı Rabbani hazretleri, hocası Muhammed Baki-billah hazretlerinin ikinci defa huzuruna gidip bir müddet kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet daha taliblere, isteklilere feyz vermekle meşgul oldu. Bu sırada pek yüksek derecelere kavuştu. Bu hallerini hocasına mektuplar yazarak bildirdi. Bundan sonra üçüncü defa hocasını ziyarete gitti. Bu ziyaretinden sonra Delhi’den Serhend’e dönüp birkaç gün kaldı ve Lahor’a gitti. Lahor şehrinde herkes, İmam-ı Rabbani hazretlerinin teşrifini büyük bir ganimet bildi. Talebelerinin en meşhurlarından olan; Mevlana Muhammed Tahir, Hace Muhammed, Mevlana Esgar Ahmed ve Mevlana Ravh Hüseyin gibi zatlar bu sırada talebesi olup, sohbetinde pişip yüksek derecelere kavuştular. İmam-ı Rabbani hazretleri Lahor’da bulunduğu sırada, oranın meşhur alimleri kendisine çok hürmet ve edep gösterdiler. Nice bilinmeyen ve çözülmesi zor meseleleri ondan sorup doyurucu cevaplar aldılar.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin Lahor’daki sohbetleri devam ederken, hocası Muhammed Baki-billah’ın vefat haberi geldi. Kalblerdeki huzur ve ferahlığın yerini, elem ve keder aldı. Bu haber üzerine, hemen Delhi’ye gidip mübarek mezarlarını ziyaret etti. Oğullarına ve talebelerinin büyüklerine taziyede bulundu. Muhammed Baki-billah hazretlerinin talebeleri, üzüntülerini ve kalblerindeki elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle gidermek için, huzurlarına gelip, Muhammed Baki-billah’a gösterdikleri gibi, İmam-ı Rabbani hazretlerine de; muhabbet, hürmet ve teslimiyet gösterdiler. Küçük büyük hepsi onu kabul edip bağlandılar.

İmam-ı Rabbani hazretleri, hocası Muhammed Baki-billah’ın her sene, vefat ettiği ay olan Cemazil-ahir ayında Serhend’den hocasının nurlu kabrini ziyarete gider ve tekrar Serhend’e dönerdi. İki üç defa da Akra’yı teşrif etti. Bundan başka Serhend’den ayrılıp başka bir yere gitmedi. Ancak, hayatının sonuna doğru, zamanın sultanının ısrarı üzerine, iki-üç sene kadar bazı beldelerde askerlerin arasında bulundu. Bunda da birçok hikmetler vardı. O yerlerin halkı bu vesile ile onun sohbetlerinde bulundular. Bereketli nazar ve teveccühlerine kavuşup, nasiblerini aldılar.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Serhend’e döndükten sonra, Kadiri tarikatının büyüklerinden olan Şah Kemal Kadiri’nin ruhaniyetinden de icazet almakla şereflendi. Bu icazeti şöyle olmuştur: Bir sabah İmam-ı Rabbani hazretleri talebeleri ile murakabe halinde iken, Şah Kemal’in torunu ve onun bütün kemalatının vekili olan Şah İskender, Kehtel’den gelip, Şah Kemal’in bereketli hırkasını İmam-ı Rabbani hazretlerinin mübarek omuzuna koydu. İmam-ı Rabbani gözlerini açınca, Şah İskender’i gördü. Tam bir tevazu ile boyunlarına sarıldı. Şah şöyle dedi: “Birkaç zamandır, hal ve rüyamda dedem Şah Kemal’i görüyorum. Bana, hırkasını size vermemi emrediyordu. Fakat, onların bu bereketli hırkasını evden çıkarıp, bir başkasına vermek bana çok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince, emirlerine uymak lazım oldu.” İmam-ı Rabbani, o hırkayı giyip hususi odasına gitti. Bir müddet sonra odasından çıkınca, en yakın sırdaşlarına, mahremlerine şöyle söyledi: “Hazret-i Şah Kemal’in hırkasını giydikten sonra, şaşılacak çok garip hal zahir oldu. Şöyle ki, hırkayı giydiğim zaman, insanların ve cinlerin seyyidi Abdülkadir-i Geylani’yi, hazret-i Şah Kemal’e kadar devam eden bütün halifeleriyle yanımda gördüm. Hazret-i Gavs-i Rabbani Abdülkadir-i Geylani kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve hususi nisbetlerinin ve yollarının nurları ve esrarı beni kapladı. Bense, o hallerin ve nurların denizine gömülüp o denizin dalgıcı oldum. Bir müddet bu halde kaldım. O hallerin beni kapladığı zamanda kalbime; “Beni Ahrariyye büyükleri terbiye ettiler ve işimin esası bu büyüklerin yolunda olmaktır, şimdi başka oluyor.” diye geldi. Böyle düşünürken, Ahrariyye yolunun büyüklerinin, hace-i cihan HaceAbdülhalık-ı Goncdüvani’den hocam HaceBaki-billah’a kadar bütün halifelerinin geldiğini gördüm. Benim işim ve icraatım hakkında konuşmaya başladılar. Ahrariyye büyükleri; “Bunu biz terbiye ettik. Bizim terbiyemizle zevke, hale ve kemale erişti. Siz ona ne hakla karışabilirsiniz?” dediler. Kadiri büyükleri (Rahimehümüllah) da; “Daha çocukluğunda bizim ona teveccühümüz vardır. Bizim nimet soframızdan tad almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir.” dediler.

Onlar böyle konuşurken Kübreviyye, Çeştiyye yollarından da birer cemaat geldi. Böylece anlaşmaya vardılar, bundan sonra bu iki şerefli nisbetten de kalbimde, büyük pay, tam bir şevk buldum.” İmam-ı Rabbani hazretleri tasavvufda, bu yolların hepsinde talebe yetiştirip feyz verdi.

İmam-ı Rabbani hazretleri, benzeri az yetişen, müstesna bir İslam alimi ve büyük bir mürşid-i kamildir. Peygamber efendimizin vefatından bin sene sonra da İslam düşmanları dine, imana insafsızca saldırmışlardı. Allahü teâlâ kullarına acıyarak, İmam-ı Rabbani gibi bir müceddid yarattı. Ona derin ilimler ihsan eyledi. Onun vasıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı batıldan ayırıp, çok kalblerden batılı kaldırdı. Bu yüce İmam’ın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyaya ışık saldı. Yani Allahü teâlâ onu, Peygamber efendimizden bin sene sonra, din-i İslamı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin dine yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, ikna edici delillerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehl-i sünnet itikadının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid’atlerin kalktığını gören bazı sapık kimseler, ona cephe aldılar hased ve iftira etmeye başladılar.

Bunun için bazı kimselerin cefa oklarına, eziyet ve iftiralarına hedef oldu. Nice alimlerin, fadılların, kamillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrafına ve hizmetine koşuşmaları ise, hasedlerini daha da artırdı. İmam’ı tehlikeye düşürmek için, hilelere başladılar. Mesela, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bistami gibi büyük meşayihi aşağı görüyor diyerek, cahil tabakayı aldattılar. Yüksek meşayihin bildirdiği vahdet-i vücudu inkar ediyor, diyerek, görüşü kısa kimseleri İmam’dan soğutmaya başladılar. Onu sevenlere de; “Meşayih-i izamı inkar ediyor, Allahü teâlânın marifetine vasıtasız olarak kavuştum diyor.” dediler. Çeşit çeşit iftiralarda bulundular.

O zamanın sultanı Selim Cihangir Hanın devlet adamları, hatta büyük veziri, baş müftisi ve etrafındakiler Ehl-i sünnet düşmanı idiler. Halbuki İmam-ı Rabbani hazretlerinin birçok mektupları ve bilhassa ayrıca yazdığı Redd-i Revafıd Risalesi, Eshab-ı kiram düşmanlarını red etmekte, böylelerinin cahil, ahmak ve alçak olduklarını anlatmaktaydı. İmam-ı Rabbani bu risalesini Buhara’da bulunan en büyük Özbek hanı Abdullah Hana yollamıştı. “Bunu İran’da, Şah Abbas-ı Safevi’ye gösterin! Kabul ederse ne iyi, etmezse onunla harb caiz olur.” demişti. Kabul etmedi. Harb oldu. Abdullah Han, Herat’ı ve Horasan’daki şehirleri aldı. Buralarını daha evvel Safeviler almıştı. İşte bundan sonra, Hindistan’daki bozuk fırkalar, Eshab-ı kiram düşmanları elele verdiler. Sultana gidip İmam-ı Rabbani hazretleri hakkında çeşitli iftiralarda bulunarak şikayet ettiler. Sultan, oğlu Şah Cihan’ı gönderip, İmam-ı Rabbani hazretlerini, evladlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeğe karar verdi. Bunun üzerine Şah Cihan, bir müfti ile yanına gitti. Sultana secde caiz olduğunu gösteren bir fetvayı da götürdü. İmam-ı Rabbani’nin üstünlüğünü biliyordu. “Babama secde edersen seni kurtarabilirim.” deyince, İmam-ı Rabbani hazretleri bu fetvanın zaruret zamanında izin olduğunu, azimet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi ve secde etmeği kabul etmedi. Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultana yalnız gitti. Kendisine yapılan iftiralara karşı sultana güzel ve doyurucu cevaplar verdi. Sultan yüksek hakikatleri anlıyabilecek birisi olmadığı halde, neşelendi ve serbest bırakıp özür diledi. Hatta, sultana kendisine yapılan iftiraların asılsız olduğunu açık delillerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hinduların büyük bir kumandanı, İmam-ı Rabbani hazretlerinin dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek müslüman oldu.

Sultanın ikna olduğunu gören iftiracı sapıklar; “Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir.” diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultanı aldattılar. Sultan, İmam-ı Rabbani hazretlerinin, memleketin en sağlam ve korkunç kalesi olan Guwalyar Kalesi’ne hapsedilmesini emretti ve hapsedildi. Bu hadiseye çok üzülen talebeleri sultana isyan etmek istediler. Bunu yapabilecek güçte idiler. Fakat İmam-ı Rabbani hazretleri onları rüyalarında ve uyanık iken bundan men etti. Sultana hayır dua etmelerini emredip; “Sultanı incitmek bütün insanlara zarar verir.” buyurdu. Kendisi de sultana hep hayır dua ediyordu. Sultanın veziri, koyu bir muhalif olduğundan, zindanda, İmam-ı Rabbani hazretlerinin başına kardeşini tayin etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti.Bu görevli ise ondan çeşitli kerametler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hatta neşe görerek tövbe etti. Bozuk itikadını terkedip Ehl-i sünneti seçti ve halis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile müslüman olmakla şereflendi. Birçok günahkar tövbe etti. Hatta bazıları yüksek alim oldu. İmam-ı Rabbani hazretleri hapiste üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişman oldu. Hapisten çıkarıp ikram ve ihsan eyledi. Hatta halis talebesinden ve sadık dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hallerin ve makamların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak memleketine döndü. İmam-ı Rabbani hazretleri önceleri; “Yetiştiğim derecelerin üstünde, daha çok makamlar vardır. Onlara yükselmek celal sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemal sıfatı ile okşanarak terbiye edildim.” buyurmuştu. Talebesinden bir kısmına; “Elli ile altmış arasında üzerime dertler, belalar yağacak.” buyurmuştu. Buyurduğu gibi oldu. O makamlara da yükselmek nasib oldu.

İmam-ı Rabbani hazretlerini hapsettiren Selim Cihangir Hanın oğlu Şah Cihan, padişah olmak için babasına karşı geldi. Askeri çok ve babası tarafındaki kumandanların çoğu kalbden kendisine bağlı olduğu halde zafer kazanamadı. O zamanın velilerinden birine halini anlatıp dua istedi. O veli dedi ki: “Senin zafer kazanman için vaktin dört kutbunun sana dua etmesi lazımdır. Bunlardan üçü seninle beraber ise de, en büyükleri olan dördüncüsü bu işe razı değildir. O da İmam-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sani hazretleridir. Şah Cihan, İmam’ın huzuruna gelip dua etmesi için yalvardı. Fakat, İmam-ı Rabbani onun babasına karşı gelmesine mani olup nasihat etti. “Babana git, elini öp, gönlünü al, yakında vefat edecek, saltanat sana kalacaktır.” diye müjde verdi. Şah Cihan emirlerini dinleyip arzusundan vazgeçti. Bir zaman sonra 1627 (H.1037) de babası vefat edince saltanata kavuştu.

Müslümanların zayıf düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda, binlerce kâfir, çok sayıda fasık ve facir onun güzel hallerini görüp, sohbetini işitip tövbe ederek salih müslüman oldu. Uzaktan yakından pek çok kimse, rüyada ve uyanık iken onu görerek yanına koşmuş, huzuruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır. Alim, salih, genç, ihtiyar binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca, feyz alarak kalbleri zikreder olmuştur. Huzurundaki pek çok talebeyi hallere, yüksek derecelere kavuşturmuştur. Her an kerametleri görülür feyz ve bereket yayardı. Kerametlerinin altı binden fazla olduğu bildirilmiştir.

Zamanının alimleri, İmam-ı Rabbani hazretlerine “Sıla” ismi ile hitab ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü, o, tasavvufun İslamiyetten ayrı bir şey olmadığını İslamiyete uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu vasl etmiş, birleştirmiştir. Bir hadis-i şerifte; “Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefaati ile çok kimseler Cennet’e girer.” buyrularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadis-i şerif, İmam-ı Süyuti’nin Cem’ül-Cevami kitabında vardır. İmam-ı Rabbani hazretleri bir mektubunda; “Beni iki derya arasında “Sıla” yapan Allahü teâlâya hamd olsun.” diye dua etmiştir. Eshabı, talebeleri ve sevenleri arasında “Sıla” ismiyle meşhur olmuştur. Hadis-i şerifte müjdelenen “Sıla” ismini ondan evvel hiç kimse almamıştır.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Müceddid-i elf-i sanidir. Yani hicri ikinci binin müceddididir. Eski ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren bir resul gönderilirdi, yeni din öncekini değiştirip, bazı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir Nebi gelir, din sahibi peygamberin dinini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadis-i şerifde, bu ümmete ise, her yüz yıl başında İslam dinini kuvvetlendiren bir alim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslam dinini her bakımdan ihya edecek, dine sokulan bid’atleri temizleyip, asr-ı seadetteki temiz haline getirecek, zahiri ve batıni ilimlerde tam varis, alim ve arif bir zatın olması lazımdı. Hadis-i şerifler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmam-ı Rabbani hazretleri yapmıştır.

Bütün İslam alimleri, bu zatın İmam-ı Rabbani hazretleri olduğunda ittifak etmişlerdir. Peygamberimizden tam bin sene sonra ilim ve irşad kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihanı Resulullah’ın nurları ile aydınlattı. Bid’atleri temizleyip İslam dinini ihya etti. Onun zamanında Hindistan’da ve hatta bütün İslam aleminde baş gösteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmaya başlayıp, büyük fitneler çıkmıştı. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vücudu anlatan sözler, müslümanlar arasında çeşit çeşit şekillere sokuldu.Bu yüksek ve kıymetli bilgi anlaşılamadı. Birçok cahil, büyüklerin sözlerinin manalarını anlamayarak zamanla dinden çıktı. İslamiyete karşı olanlar da bunu fırsat bilip, müslümanları doğru yoldan ayırmak için çalıştılar. Böylece tasavvuf bilgileri ile İslamiyetin hükümleri arasında ayrılık ve çatışma varmış gibi, ikisi birbirinden ayrıymış gibi gösterilerek, müslümanlar çeşitli isimler altında birbirlerinden ayrılmaya ve birbirlerine düşman edilmeye çalışıldı. İmam-ı Rabbani hazretleri başta vahdet-i vücud bilgileri olmak üzere, yanlış anlaşılan daha birçok meseleyi gayet açık bir şekilde izah ederek, insanların zihinlerini ve kalblerini, yanlış ve bozuk inanışlardan, bid’atlerden temizledi. Hakkı batıldan ayırıp, Peygamberimizin hak ve doğru yol olduğunu haber verdiği Ehl-i sünnet itikadını her yere yaydı. Genç-ihtiyar herkes ve birçok alim onun etrafında toplandı. Kendisine ilk defa (Müceddid-i elf-i sani) ismini veren, zamanının en büyük alimlerinden Abdülhakim-i Siyalkuti’dir. O zamanın diğer büyük alimleri de onu medhedip övmüşlerdir.

Hace Muhammed Baki-billah’ın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek alimlerden olan Seyyid Mir Muhammed Numan diyor ki: “İmam-ı Rabbani’ye tabi olmağı hocam bana söyleyince, buna lüzum olmadığını anlatmak için; “Kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nuruna karşı duruyor.” dedim. Hocam sert bir sesle; “Sen, Ahmed’i ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nuru, bizler gibi binlerce yıldızı örtmektedir.” buyurdu.

Belh şehrinde bulunan Mir Muhammed Mü’min Kübrevi, talebesinden birini, İmam-ı Rabbani’nin huzuruna gönderdi. İmam-ı Rabbani’nin huzuruna varınca; üstadından, Seyyid Mirekşah’ dan, Hasan-ı Kubadani veKadı’l-kudat Tulek’den selam getirdi ve; “Üstadım Mir Muhammed Mü’ min buyurdu ki: “İhtiyarlığım mani olmasaydı ve yerim yakın olsaydı, gidip dersinden istifade eder, ölünceye kadar hizmetçilik ederdim. Kimseye nasib olmıyan nurları ile kalbimi aydınlatmağa çalışırdım. Bedenim uzakta, gönlüm ise, onunla oradadır. Bu fakiri, huzurunda bulunan temiz talebesi gibi kabul buyurmasını ve mukaddes nurlarından ruhuma ışık salmasını yalvarırım ve benim için de mübarek elini öp!” dedi.” deyip, İmamın bir daha elini öptü. Veda edip ayrılırken de; “Belh şehrindeki azizler, kendilerine, yüksek hakikatleri bildiren mektuplarınızdan göndermenizi istirham ettiler.” dedi. Bunun üzerine İmam-ı Rabbani bir mektup yazıp, diğer birkaç mektupla beraber verdi.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin talebelerinin meşhurlarından olan Muhammed Haşim-i Keşmi şöyle anlatmıştır: “Bir gün Hazret-i İmam’ın huzurunda oturuyordum. Onlar marifetleri yazıyordu. Aniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helaya gitti. Fakat hemen süratle dışarı çıktı. Böyle süratle helaya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. “Bunun sebebi nedir?” dedim. Heladan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve oğaladı. Sonra tekrar helaya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: “Bevl sıkıştırdı, acele ile helaya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Halbuki, o nokta Kur’an-ı kerimin harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmağı doğru görmedim ve edeb dışı buldum. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı bir edebi terketmenin vereceği sıkıntının yanında çok az geldi. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim.”

İmam-ı Rabbani hazretlerinin fıkıh meselelerinde ilmi çoktu ve her meseleye anında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usul-i fıkıhta da tam bir maharet sahibiydi. Fakat ihtiyatının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda bazı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftabih yani fıkıh alimlerinin üzerinde ittifak ettikleri fetvalara, daima uymaktı. Bazı fıkıh alimlerinin caiz dediği, bazılarının mekruh dediği bir işte, o kerahet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. “Bir meselenin yapılmasında ve yapılmamasında, helal ve haram olmasında ihtilaf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeği mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır.” buyururdu.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin eski talebelerinden seyyid bir zat şöyle anlatmıştır: “İmam-ı Rabbani hazretlerinin biraderi, Sürunç beldesindeydi. Ona bir mektup yazıp huzuruna gelmesini istemişti. Mektubu götürmek için beni vazifelendirdi. Yola çıkarken selametle gitmem için dua edip Fatiha okudu ve bana buyurdu ki: “Yolda “Kureyş suresini” çok oku ki tehlikelerden korunasın. Şayet yolda müşkil bir iş ile karşılaşırsan bizi hatırla!” Gitmek üzere yola çıktım. Yanımda iki kişi daha vardı. Sürunç’a iki menzillik yol kalmıştı. Fakat önümüzde dehşetli bir çöl vardı. Bu çölde iken bir ara, yanımdakilerden ayrılıp biraz uzağa gittim. Abdest tazeledim ve iki rekat namaz kılmak üzere namaza duracaktım. Bu sırada karşıma birden bire korkunç bir arslan çıkıverdi. Bana doğru yaklaşıyordu. Hemen hocam İmam-ı Rabbani hazretlerinin; “Bir müşkil ile karşılaşırsan beni hatırla!” emri hatırıma geldi. Kendi kendime; “Ey hocam! Allahü teâlânın izniyle imdadıma yetiş, beni bu yırtıcı arslanın pençesinden kurtar!” dedim. Daha ben sözümü bitirmeden İmam-ı Rabbani hazretleri gözüküverdi ve arslana, benden uzaklaşması için, eliyle işaret etti. Arslan kaçarak uzaklaşıp gitti. Bu hadiseyi yanımdaki arkadaşlar da gördü. Bana; “Böyle bir anda imdadına yetişen bu büyük zat kimdir?” dediklerinde; “İmam-ı Rabbani hazretleridir.” dedim. Onlar da bu hadise üzerine, İmam-ı Rabbani hazretlerini çok sevenlerden oldular.”

Şeyh Muhammed’in İsfehan’dan gelirken yolculukta atından heybesi düşmüştü. Farkına varınca, atını kafiledekilere bırakıp heybeyi aramak için kafileden ayrıldı. Şuraya da, buraya da bakayım diyerek ararken aradan çok zaman geçti. Kafile gözden kayboldu. Kafileden uzak kaldı. Çöl ve dağdan başka hiçbir şey göremiyordu. Yolu kaybedip şaşkın, perişan bir halde, çaresizlik içinde ağlayarak etrafta koşuyordu. Fakat kafileden bir eser göremiyordu. “Buralarda ölüp gideceğim, yolumu şaşırdım.” diye düşünüyordu. Sonra bir suyun başına oturup abdest aldı. Tam bir yalvarışla dua edip, hocası İmam-ı Rabbani hazretlerinin imdadına yetişmesini istedi. O anda İmam-ı Rabbani hazretleri bir at üzerinde karşısına çıkıverdi. Yanına yaklaşıp durdu ve; “Elini ver!” buyurarak elinden tutup onu atın terkisine bindirdi. Sonra atı süratle sürüp, aradığı kafileye yaklaştı. O, kafileyi uzaktan görünce attan indirip; “Hadi git!” buyurdu. Kafileye ulaştı. İmam-ı Rabbani hazretleri gözden kayboldu, bir daha göremedi.

Serhend kadılarından birinin oğlu, İmam-ı Rabbani hazretlerinin sohbetinde bulunanlardan ve sevenlerindendi. Bu genç bir defasında çok ağır bir hastalığa yakalandı. Tabibler hastalığına deva bulamadılar. Bunun üzerine İmam-ı Rabbani hazretlerine bir mektup yazıp, yalvararak, içinde bulunduğu şiddetli hastalıktan kurtulması için dua istedi. İmam-ı Rabbani hazretleri mektubuna cevap yazıp; “Biz seni himayemize aldık, bu hastalıktan kurtulacaksın. Hatırını hoş tut.” buyurdu. O genç İmam-ı Rabbani hazretlerinin teveccühü ve duası bereketiyle, hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu. Sonra tekrar sohbetine devam etmeye başladı. Bu hastalıktan kurtulduktan sonra halini zevk ve şevkle anlatıp, bağlılığını dile getirdi.

İmam-ıRabbani hazretlerinin eski talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Küçüklüğümde Kur’an-ı kerimi ezberleyip hafız olmuştum. Sonra Serhend’den İlahabad’a gittim. Zamanla işe dalıp ezberimi unuttum. Bende hafızlık kalmadı ve bu hal üzere aradan birkaç yıl geçti. Sonra memleketim Serhend’e döndüm. Bu sırada Ramazan-ı şerif ayı idi. Serhend’e geldiğimde İmam-ı Rabbani hazretleriyle görüşünce bana; “Hafız! Teravih namazını, hatim ile kıldır!” buyurdu. Kur’an-ı kerimin ezberimde kalmadığını, hafızlığımı kaybettiğimi söyledim. Fakat; Yazının devamını oku »

Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar, İmam-ı Rabbani, İslam Alimleri | Leave a Comment »

Kur’an’da müteşâbih âyetler ve mukattaa harfleri

Posted by Site - Yönetici Mart 23, 2014

Kur’an’da müteşâbih âyetler ve mukattaa harfleri

MÜTEŞÂBİH NE DEMEKTİR VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER HANGİLERİDİR?

Müteşâbih kelimesi dilbilgisi bakımından Arapça “şebih” lafzından türemiştir. Şebih, renk adalet ve zulüm gibi nitelik (keyfiyet-vasıf-mahiyet) yönünden çeşitli benzeşmeler için kullanılır. İki şeyin aynı seviyede benzeşmelerine “teşâbüh”, birbirinden fark edilemeyecek şekilde keyfiyet bakımından birbirine benzeyen şeylere de “müteşâbih” denir.(1)

Kurân-ı Kerim muhkem ayetlere “ümmü’l-kitap” (Kitab’ın anası-temeli), bunların dışında kalan bir kısım ayetlere ise “müteşâbih” ayetler adını vermiştir. Bu hususu açıklayan ayet-i kerime mealen şöyledir:

“Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. İşte kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun te’viline yeltenmek için müteşâbih ayetlere yapışıp, onlarla uğraşır dururlar. Halbuki onun te’vilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler (derinleşenler-râsih âlimler), ‘O’na inandık, hepsi Rabbimiz tarafındandır’ derler. Bu inceliği ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.”(2)

İslâm alimleri müteşâbih ayetlerin tarifi mevzuunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı müteşâbihi, “manası gizli ve yoruma muhtaç olan, te’vile gidilmeden anlaşılmayan, işaret ettiği mananın ne olduğu hususunda tercih edebilecek açık bir anlamı olmadığı gibi ayrıca bir izaha muhtaç olan ayetler” olarak tarif etmişlerdir.

Alimlerin ekserisi de, müteşâbih ayetlerin ilk bakışta bir manası olduğunu, fakat onların yorumlarının-te’veillerinin hangisinin en doğru olduğunu ancak HZ.Allah’ın bilebileceğini, insanın bu bilgiye sahip olmadığını söylerler ki, bunlar Selefiye alimlerİdir. Bunlar, müteşâbih ayetleri olduğu gibi kabul edip teşbih ve tecsime düşmemekle birlikte, te’vile de gidilmemesi gerektiğine inanırlar. “Biz müteşâbih ayetlerin zâhirine inanır, bâtınını tasdik ederiz; iç yüzünün anlaşılmasını ise Allah’a havale ederiz. Zira biz onu bilmekle mükellef değiliz. Zaten bu husus imanın şartı ve hükümlerinden biri de değildir” derler.

Selef akîdesini benimsemiş alimlerin çoğunu Sahabe, Tâbiûn ve Ehl-i Sünnet alimleri oluşturmaktadır. Bunların başında Ubey b. Ka’b, İbn Mes’ûd, İbn Abbas ve İmam Mâlik (radıyallâhü anhüm) gelmektedir.

***

Müteşâbih ayetlerle onların yorumları ve onlardaki mananın asıl mahiyetini ortaya çıkarmak için gayret sarf eden alimlere gelince… Bunlar “Halef alimleridir” meydana getirmişlerdir. Bunlara göre Kur’anı kerim, sırlar ve muammalar ihtiva eden kapalı ve muğlak bir kitap değildir. Hem Kur’anı kerim kendisinin apaçık bir dille indirildiğini, ayetlerinin tutarlı bir şekilde açıklandığını, onu dinleyenin düşünmesi, aklını kullanması, hükümler istinbat etmesi (çıkartması) ve ihtilaflarını onunla çözmesi gerektiğini ve bunun için indirildiğini kesin olarak ifade etmektedir.(3)

Pekçok ayet, Resûlüllah Efendimizin (s.a.v.) birinci derecede vazifesinin Kur’ân’ı kerimi bütün insanlara okumak ve onunla insanları haz.Allah’a davet etmek olduğunu açıklamaktadır. Halef alimlerine göre, insanlara açıklanmamış bir şey kalsaydı din tamamlanmamış olurdu. Bu durum ise, “Bugün size dininizi tamamladım”(4) mealindeki ayete aykırı düşerdi. Kaldı ki haz.Allah’ın bildirdiği bir şeyi Peygamber Efendimizin (s.a.v.) açıklamamış olması, onun tebliğ vazifesine de aykırı düşer. Sonra Kur’anı kerimi düşünüp anlaşılmak için gönderildiğine göre düşünmek, manasını anlamak demektir. O bakımdan Allah Teala’nın Kur’an’ı kerimde manası anlaşılmayan bir şeyle hitapta bulunması uzak bir ihtimaldir. Nitekim İbn Ebî Necih’in Mücahid’den onun da İbn Abbas’tan (r.anhüm) rivayetine göre o şöyle demiştir: “Ben müteşabih ayetlerin te’vilini bilen ilimde derinleşmiş kimselerdenim”. Muhammed b. İshak, Muhammed b. Câfer b. Zübeyr’den(r.anhüm) naklen şöyle dedi: “İstenilen, arzu edilen te’vili ancak Allah ve ilimde derinleşmiş olanlar bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ona inandık derler”. Bu alimlerin mensuplarının delillerinden biri de Resûlüllah Efendimizin (s.a.v.) İbn Abbas için,(r.a) “Allah’ım, onu dinde bilgili kıl ve ona Kitab’ın te’vilini öğret” diye dua etmesidir. Eğer Kitab’ın bütün esrarı herkese kapalı olsaydı, Resûlüllah’ın İbn Abbas(r.a) için böyle dua etmesi boş olurdu. Ayrıca Abdullah b. Abbas’ı (r.a)Resûlüllah Efendimiz, “Ne iyi Kur’an tercümanıdır” diye övmüştür. İbn Ebî Hâtim’in(r.a) Dehhak yoluyla naklettiğine göre, İbn Abbas(r.a)bu konuda şunları söylemektedir: “Kur’an’ın çeşitli yolları, zâhirleri ve bâtınları vardır. Acâibi tükenmez, sonuna erilmez. Ona yavaş yavaş dalan kurtulur. Şiddetle ondan haber veren mahvolur. Onda haberler, meseller, haram-helal, nâsih-mensuh, muhkem-müteşâbih, zâhir ve bâtın vardır. Kur’an’ın zâhiri tilâvet, bâtını te’vildir. Onu anlamak için alimlerin yanına oturunuz, cahillerden kaçınınız.”(5)

HURÛFU MUKATTA (MUKATTAA HARFLERİ)

Mukattaa harflerine gelince…

“Mukattaa” kelimesi Arapça bir isimdir. Kat’edilmiş, kesilmiş; kesik, ayrı manalarına gelir. “Hurûfu Mukatta” mürekkep/birleşik bir isimdir; ayrı ayrı yazılmış, bitişik olmayan harfler demektir.

İslâmi ilimlerde ise Kur’ân-ı Kerim’de bazı sûrelerin ilk ayeti olarak gelen Elif Lâm Mîm, Elif Lâm Râ, Hâ Mîm, Hâ Mîm Ayn Sîn Kaaf gibi birkaç harften oluşan, bazen de Sâd, Kaaf, Nûn gibi bir harften meydana gelen bağımsız harflere “Hurûfu Mukattaa” denir. Bu harflerin manalarının ne olduğu hususunda başlıca iki görüş vardır:

Birinci görüşe göre bu harflerin manasını haz.Allah’tan başka kimse bilemez. Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) “Allah’ın her kitabında bir sırrı vardır. Kur’an’ı kereimdeki sırrı da sûrelerin başlarında bulunan harflerdir. Her kitabın bir özü vardır. Kur’ân’ını kerimin özü de bu hece harfleridir” dediği rivayet edilir. Bu görüşü benimseyenler, bu harflerin tefsirinden şiddetle kaçınmışlardır. Bunlara göre Hurûfu Mukattaa’dan muradın ne olduğunu kesin olarak haz.Allah’ın bileceğini bu harflerin de müteşâbihattan olduğunu, alimlerin bunları anlamada aciz olduklarını söylerler.

İkinci görüşe göre, haz.Allah’ın kitabında insanların anlayamayacakları şeylerin bulunması doğru olmaz. Çünkü Allah Teala Kur’ân-ı Kerim’i okunup anlaşılması ve amel edilmesi/uygulanması için göndermiştir. Bu sebeple de onda, anlaşılmaz hiçbir ayet bulunamaz. Bu görüşte olanlar, Hurûfu Mukatta’yı tefsir etmeye çalışmışlardır.

Bunları şöyle özetleyebiliriz:

1. Bu harfler, Allah Teala’nın isimlerinde yer alan harflerdendir. Nitekim Resûlüllah’ın (s.a.v.), “Kâf Hâ Yâ Ayn, Sâd, Hâ Mîm Ayn Sîn Kâf” diye dua ettiği rivayet edilir.

2. Bu harfler, başlarında bulundukları sûrelerin isimleridir. Zira bazı şeyleri harflerle adlandırmak, Arapların âdetlerindendir. Mesela Hârise b. Lâm et-Tâî’nin babasına “Lâm” derlerdi. Aynı şekilde bakır’a “sad”, para’ya “ayn”, bulut’a “ğayn”, balığa “nûn”, dağa da “kaf” denmiştir.

3. Çeşitli sûrelerin başlarında yer alan bu harfler, ondört değişik şekle sahiptir ve bütün harflerin aslını teşkil eder. Kur’ân-ı Kerim bu harflerle te’lif olunmuştur. Kur’anı kerim bu harfleri zikretmekle, mucize olduğuna işaret etmektedir. Yani Kur’an’ı kerimin cümleleri, ibareleri herkesin bildiği bu basit harflerden meydana gelmektedir. Öyleyse uğraşın bakalım, sizler de elinizden gelen bu imkanı kullanarak benzerini getirmeye çalışın. Siz meydana getiremediğinize göre Kur’an mucizedir demek istemektedir.

4. Bazılarına göre bu harflerin her biri haz.Allah’ın fiilî sıfatlarına delalet eder. Elif haz.Allah’ın nimetlerine (a’lâsına-en yücesine), Lâm lûtfuna, Mîm mecdine (yüceliğine) işaret etmektedir.

5. Kimilerine göre Elif Allah’tan, Lâm Cebrail’den, Mîm Muhammed’den kinayedir.

6. Bir kısmına göre de bu harfler, bir sözün bitip bir sözün başlangıcını gösterir. Araplarda bir söz bitip yeni bir söz başladığında dikkati çekmek için yeni sözün başına böyle harfler getirme geleneği vardır.(6)

Mukatta harflerinin manalarının ne olduğu hususunda Resûlüllah’tan (s.a.v.) açık bir haber yoktur. Ancak Kur’anı kerimi okumayı teşvik için her harfinden meydana gelecek sevabı anlatırken, Hurûfu Mukatta’nın her birinin ayrı ayrı harfler olduğunu ifade buyurmuşlardır.

***

Bazı ârifler ise bu mevzuda şunları söylemişlerdir:

Nasıl sulama yapılırken bir vadiye veya bir tarlaya nehrin ya da sulama kanalından gelen suyun hepsi birden salınmayıp azar azar verilirse, haz.Allah katında bulunan ilim ve irfan denizinden de peygamberlerden her birine gereği kadar verilmiştir. Onlar da kendilerine hakiki manada vâris olan âlimlere, alimler de halka kabul hazmedebilecekleri nisbette verirler. Peygamberler, hakikat alimleri ve melekler için sırlar vardır. Herkesin sırrı kendi rütbesine, manevi derecesinin yüksekliğine göredir; ondan ötesini öğrenmeye tahammül edemez. Gözün güneş ışığına tahammül edemediği gibi…

Hulâsa edecek olursak; Müteşâbih âyetler ve Mukatta harfleri; Kurân-ı Kerim’de, zâhirî mânâları kastedilmeyip misâl gibi getirilen âyetleridir. Diğer bir târifle; ümmet fertleri için, kendisi ile ne murâd edildiğini anlamak ümidi kesilmiş olan lafızlardır: “Yedullah, Vechullah”… “Elif Lâm Mîm, Hâ Mîm”… vb. kelime ve terkipler gibi…

Bununla beraber –yukarıda da ifade ettiğimiz gibi- tefsir ve tasavvuf âlimlerinden bir kısmı, yanlış anlaşılmalara sebep olmaması için bunlara bazı mânâlar vermişlerdir. Meselâ, Allâh’ın eli: Allâh’ın kudreti; Allâh’ın yüzü: Allâh’ın zatı; Arş’ın üzerine oturma: Arş’a hâkim olma, hükmünü geçirme mânâlarınadır, demişlerdir. Ve yine “Mîzanlar (her nevi tartı ve takdir) Allah’ın elindedir. Bir kavmi yükseltir, bir kavmi alçaltır. Âdemoğlunun kalbi de, rahmeti umumuna şâmil olan Allah’ın parmaklarından iki parmağının arasındadır. Dilediği zaman döndürür, dilediği zaman doğrultur” hadisinde “Allah’a parmak isnadı” müteşâbihattandır. Alimler bunu iki şekilde te’vil etmişlerdir:

1. İki parmaktan murad, iki davetçi sebeptir. Kalb, haz.Allah’ın ihdas ettiği davetçi bir sebep ve bir irade olmadıkça imana da yönelebilir küfre de… İşte Allah Teala bu kalbi bu iki davetçiden dilediği herhangi birine çevirir.

2. O bir temsildir. Manası: “Allahü zû’l-Celâl kalbleri tam bir kudretle evirip çevirebilir” demektir. Nitekim biz de, “Şu iş benim elimdedir, bu iş benim iki parmağımın ucundadır” deriz ki, bundan maksadımız, o işdeki tam bir tasarruf ve kudreti ifade etmekten ibarettir.(7)

***

İmâm-ı Rabbânî Ahmed el-Farûkî (k.s.) hazretleri ise bu mevzuda şu dikkat çekici açıklamalarda bulunmaktadır:

“Yed: el’ olarak ifade olunan kelimenin te’vili kudretten; ‘vecih: yüz’ olarak tâbir olunan kelimenin te’vili de zattan ibârettir, diye hayâl etmeyesin. Müteşâbih âyetler ve (Elif lâm mîm, Hâ mîm… gibi) mukattaa harfleri, hakikat ve esrâr ilminin mahzenidir.

“O bakımdan bunların te’vili, gizli sırlardandır, sadece ehassu’l-havâsa (seçkin kullar arasından seçilmişlere, yani çok az insana) açılıp gösterilmiştir, herkese değil. Bunlardan her biri, âşık ve mâşûk arasında gizli sırlardan dalgalı bir deniz, muhib ile mahbûb (sevenle sevgili) arasında ince işaretlerden gizli bir işarettir….

“Bu fakîr (İmâm-ı Rabbânî hazretleri zat-ı âlilerini kastediyor), uzun zamandan beri müteşâbihâtın te’vilinde tevakkuf ediyor (duruyor-susuyor) ve Hak Sübhânehû’nun ilmine havâle ediyordum. Râsih âlimler için de, buna inanmaktan başka bir nasip düşünmüyordum. Sûfiyye âlimlerinin açıkladıkları te’villeri de, bu müteşâbihâtın şânına lâyık ve münâsip bulmuyor ve yine o te’villeri, gizlenmesi kabil olan esrârdan da görmüyordum….

“Ama ne zaman ki Allah Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri bana, sırf fazlı ile lûtuf ve ihsânı ile müteşâbihâtın te’vilinden bir koku ızhâr eyledi, bu büyük denizden bir ark açtı ve onu şu miskînin istidat arzına uzattı da bildim ki; diğer hususlarda olduğu gibi, müteşâbihâtın te’vilinde de şüphesiz râsih âlimler için bolca nasip vardır. Çünkü ulemâ-i râsihîn, peygamberler’in (aleyhimüsselâm) vârislerinin kâmilleridir. Velâyet kemâlâtının derecelerini geçmişler ve asâleten peygamberlere mahsus olan ‘dâvet makâmı’na ulaşmışlardır…

“Müteşâbihât’ın te’vil ilmi, asıl itibariyle Resûller’e (aleyhimü’s-salavâtü ve’t-teslîmât) mahsustur. Bununla birlikte bu ilimden, peygambere tâbi olma ve verâset yoluyla, ümmetlerden az’ın azı’na da çok az bir şey ihsân olunur, verilir. Bu dünya hayatında, onun yüzündeki peçe-örtü-perde kalkmaz, tam mânâsiyle anlaşılması mümkün değildir. Lâkin âhiret hayatında, ümmetlerden büyük bir cemaatin, bu devletle şereflenmeleri (müteşâbihat ve mukattâtı anlamaları) ümit edilir. Bu da yine tebaiyyet yolu ile olacaktır (yani Resûlüllh’a tâbi olma, onun sünnetine uyma derecesine mütenasip-uygun olarak gerçekleşecektir)…

“Müteşâbihat’la alâkalı yazılması mümkün olan kadarı şudur: Dünya hayatında, bu anlatılan pek az kişinin dışında, diğer bazılarının da bu devletle yani müteşâbihâtın te’vil ilmi ile şereflenmelerinin câiz olduğudur. Ancak onlara, bu işin hakikatinin ilmi verilmez, te’vili de inkişâf etmez… Ben bu mânâyı, müntesiplerimden/bağlılarımdan sadece bir fertte müşâhede edebildim, görebildim; başkalarında ne hâsıl olabilir?.. ‘Hamdolsun o Allâh’a ki, hidâyetiyle bizi buna muvaffak kıldı. O bize hidâyet etmeseydi, bizim kendiliğimizden bunun yolunu bulmamıza imkân yoktu.” (8)

SONUÇ

Müteşâbih ayetler üzerinde geniş müzakereler-mütâlalar-münakaşalar olmuştur. Hatta doğrudan müteşâbih ayetleri konu alıp inceleyen pekçok eserler de yazılmıştır. Bütün bunlardan şu neticeye ulaşmamız mümkündür: Kur’anı kerim ayetleri birbirlerini tasdik edecek ve bütün zamanları içine alacak şekilde, muğlaklıktan uzak, gayet açık, yanlış yorumlamaya meydan verilmeyecek bir üslupla nazil olmuş ve iki farklı kısma ayrılmıştır:

Birici kısım, varsayım ve çeşitli yorumlamalara asla imkan vermeyen temel, muhkem, açık ve seçik ayetlerdir. Bunlar Kur’ân’ı kerimin anası olarak tarif edilmişlerdir.

İkinci kısım, farklı ve pek çok yorumu kaldıran, konuyu daha iyi anlatmak, belgelemek ve hasmı susturmak için gelen ayetlerdir. Müteaddit manalara ihtimali olan ayetlerin hedefi; benzetme ve örnekler verme yoluyla, teşvik, korkutma, öğüt, hatırlatma, ayıpları yüzlere vurma, müjdeleme, açıklama ve uyarma yaparak muhkem ayetlerin ihtiva ettiği/içerdiği telkinleri kökleştirmek ve sağlamlaştırmaktır.

Kur’ân-ı Kerim; muhkem aslını bir kenara bırakıp insanların gerçeği daha iyi kavramalarını kolaylaştırmak için benzetmede bulunan bazı müteşâbih ayetleri, heva ve heveslerine uygun bir biçimde yorumlayanları, kalblerinde eğrilik, yamukluk olan, doğruluktan hoşlanmayıp eğrilikten, sapıklıktan zevk alan, dumanlı havalar meydana getirerek fitne çıkarıp hakkı bâtıla karıştıran ve insanları doğru yoldan ayırıp onları yanlış yollara sokan kişiler olarak nitelemektedir.

Hiç şüphesiz zikri geçen ayetler üzerinde tahmin ve yorum yoluyla, zorlayarak Kur’ân’ı kerimi asıl hedefinden saptırıp, neredeyse bir tarih, astronomi, hendese-geometri, astroloji, bilmeceler ve her türlü görüş ve arzulara destek dolu bir kitap haline getirmeye çalışanlar da bu kategoriye girerler.

***

Dilerseniz bu mevzuda sonsözü son devir dersiâmlarından Nakşi yolu Müceddidîn kolunun son halkası olan Süleyman Efendi (k.s.) hazretlerine bırakalım. Talebelerinden merhum Ziya Sunguroğlu naklediyor:

“Esteîzübillah Bismillâhirrahmânirrahîm: Eli Lâm Mîm… Mütekaddimîn âlimleri bu âyet-i celileye ‘Allâhü a’lemü bi-murâdih’ (Bununla muradın ne olduğunu en iyi bilen Allah’tır) deyip geçmişlerdir. Müteahhirîn âlimlerinin zamanında fitne ve fesadın zuhuru çoğalınca, fâsit mânâ verme ihtimaline karşı, ‘Elif’ten murad Allah, Lâm’dan murad Cebrâil, Mîm’dan murad Muhammed’dir dediler. Burada hak olan, bu ve benzeri diğer hurufu mukattaâttan Cenab-ı Hak ile Resûllülah arasında bir şifre olmasıdır. Nasıl ki devletler arasında her ferdin bilemeyeceği, sadece belli kişilerce bilinen şifreler varsa, bu da Hz. Mevlâ ile Habîbi arasında bir şifredir. Nitekim Hz. Cebrâil, ‘Elif Lâm Mîm’ deyince Resûlüllah Efendimiz, ‘Fehimtü’ (anladım) buyurmuşlardır. Cebrâil (a.s.), ‘Yâ Resûlellah, bunu getiren ben olduğum halde bir şey anlamadım. Sen, daha ben okur okumaz hemen nasıl anladın?’ demiştir. Hz. Mevlâ, bunların (mukattaa harflerinin ve müteşâbih âyetlerin) mânâlarını Cibrîl-i Emîn’e bile haber vermemiştir. Keza, bütün âlim ve ârifleri âciz bırakmak için, insanlara ve cinlere de bunların mânâlarını bildirmemiştir.”

Ancak, “Hiçbir umumi (ifade-söz) yoktur ki içlerinden kimileri hariç tutulmasın” kaidesi gereğince tabii ki Resûlüllah Efendimiz ve vârisleri ile seçlimiş-süzülmüş bazı kullar müstesnâ… Onlardan dilediğine dilediği kadarını bildirmiştir. Müstesnâlar ise, bilindiği üzere kâideyi bozmaz. Bunun böyle olduğunu yukarıda İmâm-ı Rabbani hazretlerinin açık ifadelerinde de görmüş idik.

Rabbim bizleri rahmet-mağfiret ve bereketinden, Habîbi’nin şefaatinden, râsih âlimlerin himmet ve teveccühünden mahrum bırakmasın. Âmin…

Şerife Şevval Kardelen Hocamıza Bu Güzel Yazı İçin Teşekkür Eder Sizlerinde Dualarını Bekleriz.
DİPNOTLAR
(1) Râğıb el-İsfehân3i, Müfredât, Mısır, 1980, Şibh maddesi… ve diğer bazı lûgat, mu’cem ve tefsirler.
(2) Âl-i İmrân sûresi, 3/7.
(3) Hûd, 1 sûresi; Yûsuf sûresi, 2; Hicr sûresi, 1; Sâd sûresi, 29; Duhân sûresi, 58; Muhammed sûresi, 24; Nahl sûresi, 44.
(4) Mâide sûresi, 3.
(5) Mâtüridi, Te’vilâtü’l-Kur’ân, Vrk. 60 a-b; Raşit Efendi Kütüphanesi, No: 47; Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, 2, 1040; Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, Ankara, 1976, s. 128-133.
(6) Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Ç. Tefsiri, 1, 88.
(7) Çantay, Hasan Basri, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, 3, 988, 7 no.’lu dipnot.
(8) A‘raf sûresi, 43; Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, 1, 276, 2, 35, 2, 50

Posted in Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar, Şerife Şevval Kardelen | Leave a Comment »