Göynem – Beyşehir

İlahi – Kur`an -İslam – Din -Tasavvuf – Belgesel – Dua – Hadis – Tarih – Şiir – Vs… – بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Archive for the ‘İman’ Category

Şakîk-i Belhî’den

Posted by Site - Yönetici Mayıs 23, 2014

Şakîk-i Belhî'den

Şakîk-i Belhî’den

Şakîk-i Belhî (r.h.) buyurdular:
-“İnsanlar, benim meclisimden üç sınıf üzere kalkarlar:
1- Halis kâfir,
2- Katıksız münafık,
3- Samimî mü’min…
Bu şundandır; (insanlar meclisime gelirler) ben, onlara Kur’ân-ı kerimi tefsîr ederim. Allâhü Teâlâ hazretlerinden âyetlerini naklederek söylerim, Efendimiz (s.a.v.) hazretlerinden hadis-i şerifleri rivayet ederek söylerim.
Bu konuda beni tasdîk etmeyen (söylediklerime inanmayanlar) mahza kâfirdirler.
Söylediklerimden kalbleri daralan (ve sıkılanlar ise) münafıklardır.
Kim yaptıklarına pişman olur, ve bir daha günah işlememe-ye azmederse; işte o kişi, ihlâslı mümindir.,.

İsmail Hakkı Bursevi(k.s.), Ruhu’l Beyan Tefsiri: 6/ 103
.

Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Ruhu`l Beyan Tefsirinden Kıssalar, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar, İman, İslam Alimleri | Leave a Comment »

Gayba iman, “Mugayyebât-ı hamse”, fal ve falcılık

Posted by Site - Yönetici Aralık 8, 2013

Gayba iman, “Mugayyebât-ı hamse”, fal ve falcılık

Bilindiği gibi Müslümanlar’ın bâriz ve övülen vasıflarından birisi, gayba iman etmeleridir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, onların gayba iman ettiklerinden bahsedilir. Bundan maksat şudur:

Müşâhede edilebilen yani görülen şeyler için zaten iman bahis konusu değildir. Çünkü iman, tasdik işidir. Tasdik (doğrulama / onaylama) veya inkâr (yalanlama) ise, hislerle idrâk edilebilen şeylerde değil, haber için lâzımdır. Allâh’ın varlığı-birliği, sıfatları, âhiret günü, melekler, peygamberlere vahyin gelişi gibi hususlar, insan aklı ve hisleriyle kavranıp idrâk edilemez; ancak haberle-delille bilinebilir. 

İşte bunlar, vahiy ile peygamberlere ve onlar vâsıtasıyla da insanlara ve cinlere bildirilmekte; mü’min de bu bildirilenleri tasdik etmektedir.

Binâenaleyh, hislerle bilinip idrâk edilemeyen şehâdet âlemi (gözle görülebilen varlıklar) dışındaki diğer âlemlerin, meselâ melekût âleminin olduğunu kabul etmek imanın icabıdır. Bu hususta ashâb-ı kirâmın, tâbiînin vaziyeti, onlardan sonra gelen ümmetin hâli en güzel nümûnedir, örnektir.
***

GAYB NEDİR?

Gayb, kelime olarak görünmeyen, belirsiz ve gizli olan demektir.
Firuzâbâdi merhûmun Kamûsu’l-Muhît’te, İbn-i Manzur’un (rh.) Lisânü’l-Arap’taki beyanlarına göre, bu kelime, Arap lisânında isim ve fiil olarak farklı mânâlarda kullanılır.Mâzi fiil kalıbı olan “ğâbe”den masdar olarak, gözden kaybolan şeyleri veya hislerle-duyularla idrâk edilemeyen varlıkları ifade eder. Lâzım fiil olarak geldiğinde batmak,“fî” harf-i ceri ile birlikte gizlenmek ve “an” harf-i ceri ile kullanıldığında ise gözden kaybolmak mânâlarına gelir.

Gayb kelimesi isim olarak kullanıldığında ise; kaybolma, şüphe, belirsizlik veya görünmeme gibi mânâlara gelmektedir. Meselâ kocası yanında olmayan kadına “meğîbe”, mecliste-topluluk içinde bulunmayan birinin aleyhinde yapılan konuşmaya “gıybet”, dibi görünmeyen kuyuya “gayâbe” ve sık ağaçlı olan ormana “gâbe” denilir.

İslâmî ilimler ıstılâhındaki mânâsı ise gaybın, “havâss-i hamse”(1) veya akılla kavranamayan, bilgisine ulaşılamayan şeylerdir.

Gayb meselesiyle alâkalı mühim bir husus da, insanın bazı şeyleri bilmemesinin, aleyhine olmayıp bilakis onun lehine rahmet olduğudur. Şayet insan, ileride başına gelecek kötü şeyleri önceden bilseydi, hayat onun için zindan olurdu. Yine aynı şekilde ileride kavuşacağı nimetleri-iyilikleri önceden bilseydi, hayatta bazı şeyler için mücâdele etmek, idealleri peşinde koşmak gibi faâliyetler ortadan kalkardı. Dolayısıyla hayat mânâsızlaşır, monotonlaşır ve sıkıcı hâle gelirdi… Ve netice itibariyle dünyanın düzeni bozulurdu.
***

GAYB VE ŞEHÂDET ÂLEMİ 

Gayb âlemi, şehâdet âlemi; yani görünmeyen ve görülen âlem. Kur’ân-ı Kerim’e göre varlıklar ikiye ayrılır:

a) Görülemeyen, idrâk edilemeyen varlıklar gayb âlemini teşkil ederler.

b) Görülen, idrâk edilen varlıklar ise, şehâdet âlemini meydana getirirler.

Mânevî varlıklar gayb âlemindendir. Mâneviyat erbâbına göre dış yani şehâdet âlemi, bir görüntüden ibârettir. Asıl hakikat, görülmeyen gayb âlemidir. Görülen âlem, hakikatin kendisi değil, sadece onun bir tecellîsidir. 

Bütün mükevvenât bu iki sınıfa ayrılmıştır. Yani beş duyudan gizli kalan gayb âlemi ile beş duyudan herhangi biriyle varlığı idrâk edilebilen âlem… Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, “O öyle Allah’tır ki, ondan başka ilah yoktur; görülmeyeni ve görüleni (gizli ve âşikâr olan her şeyi) bilendir”(2) buyrulmuştur.

İnsanoğlunun ilim kaynakları sınırlı olduğu için, ilmi de sınırlıdır. İnsanlar sadece akıl ve duyu organlarıyla hakikatin bilgisine ulaşamazlar. Bu bakımdan akıl ve duyu organlarının yanında, mutlak ilim sahibi olan Cenâb-ı Hâlik-ı zû’l-Celâl’in peygamberleri vâsıtasıyla bildirdiği ilimlere muhtaçtır. Fakat peygamberler de, Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği ilmin tamamını değil, sadece onun insanlara bildirmesini istediklerini bize aktarırlar. 

İnsanlar gaybı bilmediği gibi, cinler de bilmez. Ne var ki cinler lâtif-rûhânî varlıklar olduğundan, görünmeden her yere girip çıkabilirler… Çok sür’atli hareket imkânına sahiptirler, tayy-i mekân(3) edebilirler. O bakımdan, insanlar için nisbî-izâfî (göreceli) gayb olan bazı şeylerin, onlar tarafından bilinmesi mümkün olabilir. 

Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, “Andolsun ki biz, (dünyaya) en yakın semâyı kandillerle süsledik-donattık ve onları şeytanlar için atılacak taşlar yaptık. (Atılan bu taşlar, meleklerden sır çalmaya gelen şeytanları öldürür veya sakatlar). Ve o şeytanlara çılgın alevli ateş azâbı hazırladık”(4) buyurularak, cinlerin, semâdaki bazı gayb haberlerini almak için göğe çıktıklarında yıldızlarla taşlanarak kovuldukları açıklanmıştır.

Hâsıl-ı kelâm, her şeyi bilmek haz.Allâh’a mahsustur. Beşer ancak, onun bildirdiği kadarını bilebilir. İnsanoğlu, ilim sâhasında ne kadar ilerlerse ilerlesin, bildikleri, bilmediklerinin yanında yer küreye nisbetle zerre, deryaya nisbetle bir damla bile olmaz. O bakımdan herhangi bir şey, insana nisbetle “gayb” olabilir. Ama Allah Teâlâ’ya nisbetle hiçbir şey gayb olmaz. Zira onun ilmi her şeyi ihâta eder, kuşatır ve hiçbir şey ondan gizli kalamaz. Mü’mine düşen de, gaybe yakînî olarak (hiçbir şek ve şüpheye yer bırakmadan) iman etmektir.
***

GAYB ÂLEMİ İKİ KISIMDIR

İnsanoğlunun ilmi, Cenâb-ı Hakk’ın müsâadesi nisbetinde değişen ve gelişen bir hususiyete sahip bulunduğundan, âlimler, gaybı nisbî ve mutlak olmak üzere iki kısma ayırmışlardır.

1. Bazılarınca gayb iken, bazılarınca gayb olmayan şeyler ki; bunlara nisbî veya izâfi gayb denilir. Meselâ, duvarın arkası bizim için gaybdır, fakat oradakiler için değil. Kalbimizden geçenler bizim için gayb değilken, başkaları için gaybdır. Keza, bir âlimin bildikleri, câhil için gayb… Bir asır evvel insanlık için gayb olan bazı şeyler, bugün yaşayanlar içinse gayb olmaktan çıkmıştır.

Şu halde nisbî gayb, insanın bilip öğrenme imkânı olmayan şeyler değil, bilgi vâsıtalarının kifâyetsizliğinden kaynaklanan bir gaybdır.

2. Beşerî imkânlarla bilinmesi mümkün olmayan varlıklar… Bir başka ifadeyle, Allah Teâlâ bildirmedikçe bilinmesi mümkün olmayan gerçek gayblar… Buna da mutlak gayb deniliyor. Bu çeşit gaybı ancak haz.Allah bilir; zira O, “Allâmü’l-ğuyûb” yani bütün gaybı bilendir. “Gaybın anahtarları onun nezdindedir. Gaybı ondan başkası bilmez.”(5) “Göklerin ve yerin gaybı Allâh’a aittir.”(6)

Hz. Allah, gaybdan dilediğini peygamberine bildirir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, “O, bütün gaybı bilendir. Fakat gaybına dair ilmini, seçtiği bir resûlden başka hiç kimseye açmaz; çünkü O (Allah Teâlâ), onun (o peygamberin) önünden ve ardından gözcü (melek)ler dizer”(7) buyrulmuştur. 

Demek ki, Allah Teâlâ gaybe dair ilimlerden dilediğini peygamberine bildirirken, ona, koruyucu melekler göndererek, şeytanların kulak hırsızlığı yapmalarına ve bu bilgileri karıştırmalarına mâni olmuştur.
Burada mühim bir hususa daha işaret etmeden geçmeyelim: O peygamber de, bu gaybe dair ilimlerden, vârisleri olan âlimlere dilediği kadarını bildirir… 

Gayb, şimdiki zamana âit olabileceği gibi, geçmiş veya gelecek zamana âit de olabilir.

Kur’ân-ı Kerim’deki, gaybın ancak Allah tarafından bilinebileceğini ifade eden âyetlerde, nisbî gayb değil, mutlak gayb kastedilmektedir.
***

MUGAYYEBÂT-I HAMSE (BEŞ GAYB) NELERDİR?

Bir hadîs-i şerifte, “Hamsün lâ ya’lemühünne illallâh” buyrulmuştur. Mânâsı: “Beş şey vardır ki, onları Allah’tan başkası bilemez”(8) demektir.

Münâvi merhum bu hadîs-i şerifi şöyle şerh etmiştir: “Bu beş şeyi Allah’tan başkası, hem küllî, hem de cüz’î olarak ihâtalı ve şümullü bir şekilde (bütün hususiyet ve incelikleriyle) bilemez.” 

Âyet-i kerimede bu beş gayb şöyle açıklanmıştır:

“Şüphesiz ki kıyâmet sâatinin ilmi Allâh’ın indindedir. Yağmuru o yağdırır, rahimlerde olanı o bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Muhakkak ki Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdârdır.”(9)

Tarih boyunca müfessirler, “Mugayyebât-ı hamse (beş gayb)” diye isimlendirilen ve nass ile sabit olan bu mesele üzerinde durmuşlardır. Nitekim insanoğlunun bazı alanlarda elde ettiği bilgiler, tecrübeler, meseleye tam olarak vâkıf olmayanlarda, gaybın bilinebileceği gibi yanlış düşünce ve tereddütlerin doğmasına sebep olmuştur. Meselâ havanın nem oranı, rüzgârın esme yönü ve buharlaşma gibi hâdiseler, hava tahmin raporlarının en önemli unsurlarıdır. Bu unsurlar yağmurun müşâhede (gözlem) alanına girmesiyle tesbitinin mümkün olduğunu göstermektedir. Fakat bu müşâhede safhasında elde edilen bilgiler, mutlak gaybın izâfi hâle geldiğinin delili olamaz. Zira bu usûlle elde edilen bilgiler, zannî delil keyfiyetindedir. İsmi üzerinde “hava tahmin raporu”dur. İlim ise kesin bilgi olduğuna göre, hava tahminini kesin bilgi olarak takdim etmek imkânsızdır. Teknolojinin ilerlemesi, âyette geçen “Yağmuru o indirir” hükmüne tesir etmez.

Aynı şekilde, anne rahmindeki bebeğin, röntgen ışınlarıyla cinsiyetinin belirlenmesi, müşâhede ile ilgili bir unsurdur. Mutlak olan gaybın keyfiyetini ortadan kaldırmaz. Çünkü âyet-i kerimede geçen, “Rahimlerde olanı o bilir” hükmünü, çocuğun cinsiyetiyle sınırlamak veya sadece buna tahsis etmek mümkün değildir. Muhkem olan ve mutlak gaybı beyan eden bu âyet-icelilenin tefsirini, bizzat Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in yaptığı da sabittir. Nitekim hadîs-i şerifte buyrulmuştur ki:

“Allah Teâlâ rahime bir melek vazifelendirmiştir. Melek, ‘Yâ Rab, bir damla su! Yâ Rab, yapışkan bir parça! Yâ Rab, bir çiğnem et’ der. Allah Teâlâ da yaratma işini yerine getirmeyi dilediği zaman; erkek mi dişi mi, şakî mi saîd mi, rızkı ne, eceli ne olduğunu söyler. Anası karnında bunlar yazılır. O zaman onu, o melek ve Allah Teâlâ’nın kullarından dilediği kimseler de bilir.”(10)

… Velhâsıl; anne rahminde çocuğun rızkı, eceli, said mi şakî mi (mü’min mi münkir mi, âsî mi itaatkâr mı) olacağı, yani kaderi yazılıdır. Bunu da Allah Teâlâ’dan ve bildirdiklerinden başkasının bilebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla mugayyebât-ı hamse diye isimlendirilen ve nass ile sabit olan hükümlerin, “mutlak gayb” olma vasıfları devam etmektedir ve edecektir de.

Demek ki, bazılarının bunları bu şekilde bilebilmesi anlatılan bu tahsîse, yani onları bilmenin Allâh’a mahsus olması esâsına aykırı değildir. Çünkü Allâh’a mahsus olan ilim, bunlar gaybda iken her birinin durumlarına geniş ve teferruâtlı bir şekilde vâkıf olan tam ve mükemmel ilimdir. Meleklerin ve havâs zümresinden bazı zevâtın ilmi ise, az çok delili ortaya çıkmış bir şekildeki eksik ilimdir. Aynı şekilde bulut, rüzgâr, barometre gibi bazı işaretlerden yağmura; ceninin bazı tavır ve hareketlerinden erkek veya dişi olduğuna intikal etmek tarzında meydana gelen ve zanna dayanan şeylerle delil getirmek de buna ters değildir. Çünkü zan ilim değildir. İlimde zan ve şüpheye yer yoktur.
***

Mevzûmuzla alâkalı âyet-i kerimenin îzâhına gelince…

Burada Rabbimiz, öncelikle “Kıyâmet ne zaman?” mukadder suâline cevap olarak buyuruyor ki:

– Şüphesiz (kıyâmet) sâatinin ilmi, ancak Allâh’ın nezdindedir.
Sonra da şöyle devam ediyor:

– Gökten yağmuru o indirir. O halde ne zaman, nereye, ne kadar ve ne şekilde yağdıracağını da tam olarak o bilir. O bakımdan, öldükten sonra dirilmenin ne zaman olacağını da ancak o bilir.

– Bütün rahimlerdekini de o bilir. Erkek mi dişi mi? Beyaz mı siyah mı? A’zâları tam mı eksik mi? Her birinin hususiyetleri nedir? Bütün bunların tafsîlâtını o bilir. Dolayısıyla kabirlerdekini de o bilir. Yaratan odur, dirilten de odur.

– Hiç kimse yarın ne kazanacağını kestiremez. Yani ileride başına ne geleceğini, eline ne geçeceğini, iyilik mi kötülük mü kazanacağını kendi gayretiyle bilemez.

– Yine hiç kimse, (gerek iyi, gerek kötü kim olursa olsun), hangi yerde öleceğini bilemez.

Kısacası insan, küçük kıyâmeti dahi bilemez ki, büyük kıyâmeti nereden bilsin?

Fakat haz.Allâh’a gelince… Şüphe yok ki Allah Teâlâ, her şeyi bilir, her şeyden haberdârdır. Olmuşu-olanı-olacağı, görüleni-görülmeyeni, açığı-gizliyi hepsini bilir, hepsinden hakkıyla haberdârdır.
**

YILDIZ FALI, SİHİR, SÂHİR, ARRÂF, KÂHİN, MEDYUM

Doğum tarihleri dikkate alınarak belirlenen burçların insana, maddî veya mânevî bir tesiri bahis mevzuu değildir. Tarihte yıldızları ilah kabul eden kavimler gelip geçmiştir.Yıldız falı da, bu kavimlerin geliştirdiği bir sistemdir. Sihre ve telkine dayanır. Nitekim Fahredîn-i Râzî hazretleri Tefsîr-i Kebîr’inde, bununla alâkalı olarak şunları kaydeder:

Yıldız falı, eski zamanlarda yaşamış Kestânîler ve Keldânîler’in sihridir. Bunlar, yıldızlara tapan ve kâinâtı yıldızların idâre ettiğini zanneden, hayırla şerrin, saâdetle uğursuzluğun yıldızlardan olduğuna inanan bir kavimdir. Allah Teâlâ, bu görüşlerini geçersiz kılmak ve mezheplerini reddetmek için, onlara Hz. İbrâhim’i peygamber olarak gönderdi.”(11) Bu kavmin lideri Nemrut, kendisini yıldızların yeryüzündeki temsilcisi olarak tanıtmıştır. O tarihten itibaren yıldızların ilahlığını esas alan kültür, bu işe, yıldız falı olarak devam etmektedir.

Çalınan malların, cinler vâsıtasıyla yerini bildiğini iddiâ eden kimselere “arrâf” denilir. Kâhin ise, “Kendisinin cinlerden bir dostu olduğunu, ileride olacak hâdiseleri onun vâsıtasıyla öğrendiğini iddiâ eden kimse”dir. Halbuki cinler de gaybı bilmezler. Arrâfların ve kâhinlerin günümüzdeki ortak ismi, “medyum”dur. Resûlüllah (s.a.v.)Efendimiz“Her kim bir arrâfa veya kâhine gider de, onun söylediklerini tasdik ederse, bana indirileni inkâr etmiş olur”(12) buyurmuştur. Fetâvâ-yı Bezzâziye’de ise,“Gaybı bildiğini iddiâ eden kimse gibi, kâhine gidip onu tasdik eden kimse de kâfir olur” hükmü kayıtlıdır.

Sihir mevzuuna gelince… Yahûdiler, “Hz. Süleyman saltanatı sihir ilmi sayesinde elde etmiştir. O bir büyücüdür” diyerek iftirâda bulunmuşlardı. Nitekim bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de bilgi verilmiştir. Sihrin sekiz ayrı çeşidi vardır. Hepsi için ortak bir hükümden bahsetmek mümkün değildir. İbn Âbidîn merhum Reddü’l-Muhtar’da kısmen bu duruma işaret ederek şöyle demektedir:

“Hanefî fukahâsına göre, sihir ile küfrü icap ettiren şey murad edilmiştir. Allah Teâlâ’nın, ‘Halbuki onlar (o iki melek), ‘biz ancak fitneyiz (imtihan için gönderildik), sakın sihir yapıp da kâfir olma’ demedikçe, hiç kimseye sihir öğretmezlerdi’(13) âyet-i kerimesi de bunu ifade etmektedir. Buna göre, küfrü gerektirmeyen şeye sihir denilmez. Muhtâru’n-Nevâzil’de, ‘Gözbağcılığı ve tılsım, sihir değildir’ diye geçen ifade de bu görüşü teyit etmektedir. Bundan dolayı Hâniye’nin ‘Hazr’ bahsinde, ‘Sihrin tesirine inanmadığı halde denemek için yapan kimse kâfir olmaz’ diye zikredilmiştir. Bütün bunlardan anlaşılmıştır ki, sihrin tesirine inanmayan veya küfrü gerektiren bir şey yapmayan kimseye sâhir (sihir yapıcı) denmez.”(14)

Bazı bilgisiz kimseler, Allah Teâlâ’nın izni olmadan sihrin zarar veya fayda verdiğine inanırlar. Bu mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’de, “Onlar bununla (sihirle) Allâh’ın izni olmaksızın hiç kimseye zarar veremezler”(15) buyrulmuştur. İslâm âlimleri, sihir yapmanın haram olduğu hususunda ittifak hâlindedirler. Bu hususta hiçbir ihtilaf yoktur.
İbn Kesîr merhum tefsîrinde, sihre mâruz kalan kimselere şu tavsiyede bulunmaktadır:

“Bana göre sihri gidermek için en faydalı yol; Allah Teâlâ’nın Resûlü’ne gönderdiği Muavvizat’ı (Felak ve Nâs sûrelerini) okumaktır. Hadîs-i şerifte, ‘Allâh’a sığınan hiç kimse, iki sığınma duâsı gibi tesirli bir duâ ile sığınamaz’(16) buyrulmuştur.”

Nakşibendî silsilesi müceddidîn kolu hazerâtının 33. ve son halkası olan Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri de bir va’zlarında, sihirden korunmakla ilgili olarak (mealen) şunları söylemişlerdir: Vakit namazlarının son iki rek’at sünnetlerinin edâsında, Fâtiha’dan sonra zamm-ı sûre olarak birinci rek’atte Felak, ikinci rek’atte de Nâs sûrelerini okumaya devam edenlere sihir tesir etmez.
***

HÂDİSELERİN OLUŞUMUNU YILDIZLARA BAĞLAMAYIN 

Asr-ı Saâdet’te bir gün halk, uzun süren bir kuraklıktan sonra yağmura kavuşmuştu. Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, “İnsanlar bu gün iki grup hâlinde sabaha erdiler; bunların bir grubu kâfir, diğer grubu da mü’mindir” buyurdu ve sonra da şu açıklamada bulundular:
“Bazıları, ‘Bu yağmur Allâh’ın bir rahmetidir’ derken, diğer bazısı, ‘Falan falan yıldızın uğuru doğru çıktı’ dedi. Bunun üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu: “Hayır! (Hakikatler kâfirlerin dediği gibi değildir.) Yıldızların düştüğü yerlere yemin ederim ki; bilirseniz hakikaten bu, büyük bir yemindir. Şüphesiz bu, elbette çok şerefli bir Ku’ran’dır ki, siyânet edilmiş (korunmuş) bir kitapta (yazılı)dır. Ona tam bir sûrette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez. O, âlemlerin Rabb’inden indirilmiş bir kitaptır. Şimdi siz, bu sözü mü küçümsüyorsunuz? Allâh’ın verdiği rızka karşılık şükrü, onu yalanlamakla mı yapıyorsunuz?”(17)

Rivâyete göre müşrikler, yağmurun yağmasını şu veya bu yıldızın doğmasına ve batmasına bağladıkları için âyet-i kerime, onların, rızka şükür yerine böyle bir anlayışa sapmalarını zemmetmektedir.

Katâde (rh.) demiştir ki, “Alah Teala bu yıldızları üç şey için yaratmıştır:

1. Onları semânın zîneti-süsü kıldı,

2. (Semaya yükselip haber toplayan) Şeytanlara atılacak taşlan kıldı,

3. (Geceleri) kendileriyle istikamet tâyin edilen alametler-işaretler kıldı.

Kim yıldızlar hakkında başka yorumlar yapmaya kalkarsa hata eder ve nasibini zâyi eder, kendisini ilgilendirmeyen ve bilgisi olmayan hatta bilmekte peygamberler ve meleklerin bile acze düştükleri bir hususta kendini külfete sokar.”(18) Rebî (rh.) de aynısını rivayet etmiş ve şu ziyadeyi kaydetmiştir: “Allâh’a yemin olsun ki, Allah hiç kimsenin ne yaşamasını, ne ölmesini, ne rızkını herhangi bir yıldıza bağlamamıştır. Bunu söyleyenler Allah hakkında yalan düzüyorlar ve kendilerine bahane uydur(up avunu)yorlar.”(19)

Şerife Şevval Kardelen Hocamıza Bu Güzel Yazı İçin Teşekkür Eder Sizlerinde Dualarını Bekleriz.


KAYNAKLAR
(1) “Havâss-ı hamse”, beş duyu demektir. Yani görme, işitme, tatma, koklama ve dokunmadır.
(2) Kur’ân-ı Kerim, Haşr sûresi, 59/22.
(3) “Tayy-i mekân”; yerin dürülmesi, mesafenin kısalması suretiyle gerçekleşen kerâmet, kısaca uçmak diyebiliriz.
(4) Kur’ân-ı Kerim, Mülk sûresi, 67/5.
(5) Kur’ân-ı Kerim, En‘âm sûresi, 6/59.
(6) Kur’ân-ı Kerim, Hûd sûresi, 11/123.
(7) Kur’ân-ı Kerim, Cin sûresi, 72/26-27.
(8) Buhârî, Sahîh, İman, 37.
(9) Kur’ân-ı Kerim, Lokmân sûresi, 31/34.
(10) Buhârî, Sahîh, Hayz, 17, Enbiyâ, 1.
(11) Mefâtîhu’l-Gayb, 3, 262.
(12) Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2, 429.
(13) Kur’ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 2/102.
(14) İbn Âbidîn, 9, 54.
(15) Kur’ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 2/102.
(16) C. 1, s. 147,
(17) Kur’ân-ı Kerim, Vâkıa sûresi, 56/75-82; Müslim, Sahîh.
(18) Canan, İbrahim, Kütüb-i Site Muhtasarı, 16, 187.
(19) Kütüb-i Site Muhtasarı, 16, 188; Buhari, Sahîh, Bed’ü’l-halk, 3.

Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar, Şerife Şevval Kardelen, İman | Leave a Comment »

İman ve nikâh tazelemek – Tecdid-i iman ve nikah duası

Posted by Site - Yönetici Eylül 17, 2009

4  İman ve nikâh tazelemek - Tecdid-i iman ve nikah duası

 İman ve nikâh tazelemek – Tecdid-i iman ve nikah duası

Estagfirullah, Estagfirullah, Estagfirullah’el azim Errahim,Elkadim ellezi lailahe ille hü vel hayyül kayyüm ve etübü ileyk, ve nes`elühüttevbete, vel magfirate,vel`hidayete vel’afve lenaa innehü hüvettevvebürrahim, innehü hüvettevvebürrahim, innehü hüvettevvebürrahim.

Tevbe yarabbi,Tevbe yarabbi,Tevbe yarabbi,eger bizim elimizden,dilimizden,gözümüzden,kulagımızdan Vesair azalarımız’dan her ne kadar küfür,nısyan,hata sadır oldu ise, biz bunların bir daha işlenmemesine azmen cezmen kast eyledik.

Ya Rabbi! Büluğa erdiğim andan bu ana gelinceye kadar, İslam düşmanlarına ve bidat ehline aldanarak, edindiğim yanlış, bozuk itikadlarıma ve bidat, fısk olan söylediklerime, dinlediklerime, gördüklerime ve işlediklerime pişman oldum, bir daha böyle yanlışları yapmamaya azm, cezm ve kasd eyledim. Peygamberlerin evveli Adem aleyhisselam ve ahiri bizim Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamdır. Bu iki Peygambere ve ikisi arasında gelip geçmiş Peygamberlerin hepsine iman ettim. Hepsi haktır. Bildirdikleri doğrudur. (Amentü billahi ve bi-ma cae min indillahi, alâ muradillahi, ve amentü bi-Resulillahi ve bi-ma cae min indi Resulillahi alâ muradi Resulillah. Amentü billahi ve Melaiketihi ve kütübihi ve Rusülihi velyevmil-ahiri ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ vel-ba’sü ba’delmevti hakkun eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulühü)

Allahümme inni üridü en üceddidelimane vennikaha tecdiden bi-kavli lailahe illallah Muhammedün resulullah

( Manası: Ya Rabbi, la ilahe illallah Muhammedün Resulullah diyerek imanımı ve nikahımı tazeliyorum.)

..

Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Dini Konular, Dualar, Güncel, Gündem, Genel, Mizah, Nikah, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar, İman | Etiketler: | Leave a Comment »

İmanın beşinci şartı: Ahiret gününe inanmak

Posted by Site - Yönetici Mayıs 19, 2008

İmanın beşinci şartı Ahiret gününe inanmakislamic_background6 copy.jpgff

İmanın beşinci şartı: Ahiret gününe inanmak

AHİRET NE DEMEKTİR?

Âhiret, son mânâsına gelen “âhir” kelimesinin müennesidir. Ancak âhiret hayatı insan için son değil, bir menzildir, konak yeridir.

Dinî ilimler ıstılahında/literatüründe âhiret, dünya hayatından sonra başlayıp ebediyyen devam edecek olan ikinci hayatın adıdır. Bu ikinci hayatın varlığına inanmak, altı iman esasından biridir. Âhirete iman, ceza ve mükâfat yerine ve gününe inanmak demektir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ÂHİRET GÜNÜne de kesinkes inanırlar.”(1)

Âhiret iyiler için mükâfat, kötüler için bir ceza yeri olacaktır. Allah Teâlâ cennette lûtfiyle, cehennemde adâletiyle tecelli eder.

***

AHİRET HAYATI VE SAFHALARI

Ölüm ânından itibaren âhiret hayatı başlar. Ölüm, ebedî âleme açılan bir berzahtır, geçittir. Bu geçiş devresiyle birlikte sonu olmayan hayata adım atılmış olur.

Ölümden sonraki âhiret gününün hâdiseleri birbirini tâkip eder:

Kabir hayatı, ba’s (diriliş), mîzan (amellerin tartılması), amel defterleri, hesap, havz, sırat, cennet ve cehennem. Bütün bunlar haktır, inanılması şarttır.

Bu kısa girişten sonra şimdi maddeler hâlinde bunları ele alalım.

1. Kabir hayatı: Kâfirler ve günahkâr olan bazı mü’minler için kabir azabı haktır.

Hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“İdrardan sakınınız! Zira kabirdekilerin çoğunun çektikleri azap o yüzdendir.”(2) Yine Resûlüllah Efendimiz, “Allah mü’minleri, dünya hayatında ve âhirette hak bir söz üzerinde sabit kılar”(3) âyeti, kabir azabı hakkında indirildi buyurmuştur.

Allah Teâlâ’nın affettiği, azap çektirmeyi istemediği bazı günah sahipleri ise azap görmeyecektir.

İbâdet ve tâat ehlinin, sâlih amel sahiplerinin kabirde, Cenâb-ı Hakk’ın bildiği ve dilediği şekilde nimet içinde bulunmaları da haktır.

Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) bir mezarlıktan geçerken iki kabirdeki ölünün bazı ufak şeylerden dolayı azap gördüklerini müşahede etti. Bunlardan birinin koğuculuk ve bozgunculukla çok yakından ilgisi vardı. Diğeri de idrar yaparken ihtiyatlı davranmaz, (sıçrıntılardan) sakınmazdı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz bir yaş ağaç dalı istemiş ve ikiye bölmüş, birini bir kabre, diğerini de öbürüne diktikten sonra şöyle buyurmuştur: ‘Umulur ki bu yaş ağaçlar kuruyuncaya kadar azapları hafifler.”(4)

Yine kabirde Münker ve Nekir’in sual sorması da haktır. Bu iki melek kabre girerek ölüye, ‘Rabbin kimdir? Dinin hangi dindir? Peygamberin kimdir?’ diye sorduğunda, mü’min şu cevabı verir: ‘Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Muhammed’dir (s.a.v.).’

Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Ölü mezara gömülünce, gözleri mavi olan iki siyah melek gelir. Bunların birine Münker, diğerine Nekir adı verilir. Ona derler ki:

– ‘Şu zat (Muhammed s.a.v.) hakkında ne dersin?’

O da şöyle cevap verir:

– ‘O Allâh’ın kulu ve resûlüdür. Ben şehâdette bulunurum ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed de onun kulu ve resûlüdür.’

Bunun üzerine melekler:

– ‘Biz senin böyle söyleyeceğini zaten bilmekte idik’ derler. Sonra onun mezarını yetmiş arşın genişletirler; sonra bu ölünün mezarı ışıklandırılır, aydınlatılır. Daha sonra ise melekler ölüye:

– ‘Yat ve uyu’ derler. O da:

– ‘Âileme gidin de durumu haber verin’ der.

Melekler:

– ‘Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi mahşer gününe kadar sen uyumana devam et’ derler.

Ölü münâfık olursa, meleklerin sualine:

– ‘Halkın Muhammed hakkında bir şeyler söylediklerini işitmiş, ben de onlar gibi konuşmuştum, başka bir şey bilmiyorum’ diye cevap verir.

Melekler de:

– ‘Böyle diyeceğini zaten biliyorduk’ derler.

Daha sonra arza, ‘Alabildiğine sıkıştır’ diye hitap edilir. Yer de başlar adamı cendere gibi sıkıştırmaya… O kadar ki, kemikleri hurdahaş olur. Mahşer gününe kadar mezarda böyle işkence görür.”(5)

Yine Peygamberimiz (s.a.v.) buyurur ki, “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukur olur.”(6)

2. Ba’s: Ba’s kelime olarak gönderme, gönderilme, dirilme, diriltme yayma ve dağılma mânâlarındadır. Akâid ilminde ise, öldükten sonra dirilmedir; canlıların aslî parçalarını bir araya getirerek ve ruhlarını da iade ederek, Allah Teâlâ’nın mezardan çıkarmasıdır. Bu da haktır ve mutlaka gerçeklecektir.

Ba’sla ilgili âyetlerden bazıları şöyledir:

“Bir nutfeden insanı yarattı, ona şekil verdi. Sonra ona yolu (hayır ve şer yolunu seçmeyi) kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü ve kabre koydu. Sonra dilediği bir vakitte onu yeniden diriltir.”(7)

“(İnsan), kendi yaratılışını unutarak bize karşı misâl getirmeye kalkışıyor ve, ‘şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyor. (Resûlüm) de ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü o, her türlü yaratmayı çok iyi bilir.”(8)

3. Mîzan: Lûgatta mîzan, ölçü, tartı, ölçek, miktar mânâlarına gelir. Bununla birlikte adâlet ve hukuk gibi mânevî olan herhangi bir şeyi mukayese ile tayin etmek için de kullanılır. Bu mîzan’ın mecazî anlamıdır. Mîzân’ın akâid ilmindeki mânâsı ise, amellerin tartılmasıdır ve haktır.

Cenâb-ı Mevlâmız buyuruyor ki:

“O gün vezn (amellerin tartılması) haktır. Kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimin de tartıları hafif gelirse, işte onlar, âyetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır.”(9)

4. Amel defterleri: İnsanların dünyada inanıp kabul ettikleri iman esasları ile işledikleri amellerin kaydedildiği belge ki, bu da haktır. Kur’ân-ı Kerim’de bu kavram, kitap ve suhuf (sayfalar) isimleri ile geçmektedir. Bu defterler mü’minlere sağ, kâfirlere sol ve arka taraftan verilir. Bu hususla ilgili bazı âyet mealleri şöyledir:

“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.”(10)

“Kitabı sağ tarafından verilen, ‘Alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum’ der. Artık o, meyveleri sarkmış yüce bir cennette hoşnut kalacağı bir hayat içindedir. (Onlara denir ki:) Geçmiş günlerde işlediklerinize (iyi amellerinize) karşılık, âfiyetle yeyin-için. Kitabı sol tarafından verilene gelince, o, ‘Keşke, der, bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim. Keşke onunla (ölümümle) her iş olup bitseydi! Malım bana hiç fayda sağlamadı. Saltanatım da benden (koptu), yok olup gitti.’ (Bu esnada cehennem bekçilerine şu İlâhî buyrukla hitap edilir:) ‘Onu yakalayın da, ellerini boynuna) bağlayın; sonra alevli ateşe atın onu! Sanra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincir içinde oraya sokun! Çünkü o, azîm olan Allâh’a iman etmezdi.”(11)

“Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecektir. Kimin de kitabı arkasından verilirse, derhal yok olmayı isteyecek; alevli ateşe girecektir. Zira o, (dünyada) ailesi içinde (mal-mülk, şan-şöhret, makam-mevki ve nüfuzu sebebiyle) şımarmıştı.”(12)

5. Hesap (sual): Kıyâmet gününde insanların, Allah Teâlâ’nın huzurunda, dünyada yaptıklarından dolayı sorgulanmasıdır.

Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:

“Şüphe yok ki Allah Teâlâ (kıyâmet günü) mü’min kuluna yaklaşarak (rahmet) kanatlarını üzerine gerer ve onu örter. Sonra da buyurur ki: ‘Ey kulum, (işlediğin) şu-şu günahları biliyor musun?’ ‘Evet yâ Rabbî.’ Böyle böyle Allah Teâlâ onun bütün günahlarını bir bir sayar. O kadar ki kul, ‘Artık ben mahvoldum, helâk oldum’ kanaatine varır. Bundan sonra Allah Teâlâ, ‘Bu günahları dünyada iken örtmüş, gizli tutmuştum. Bugün de af ve mağfiret ediyorum’ buyurur. Bunun üzerine sorgusu yapılan kişiye, ‘sevaplarını ihtiva eden defteri’ verilir. Allah Teâlâ kâfirlere ve münafıklara ise, bütün halkın ortasında şöyle nida eder: ‘Rablarını yalanlayanlar işte bunlardır! Dikkat! Allâh’ın lâneti zâlimlerin üzerine olsun!”(13)

6. Havz: Bundan maksat, Peygamberimize (s.a.v.) ait olan cennet havuzlarından Kevser Havuzu’dur ve haktır. Allah Teâlâ, “Biz sana Kevser’i verdik”(14) buyurmuştur. Bütün peygamberlerin Haşr meydanında havuzları vardır ve ümmetlerinden hak edenler, cennete girmezden önce bundan içeceklerdir. Peygamber Efendimizin havuzu, ancak sünnetine uyan samimi mü’minler içindir ve son derece büyüktür. Nitekim buyurmuşlardır ki, “Benim havzumın bir kenarı bir aylık mesafedir. Dört açısı ve kenarı birbirine eşittir. Suyu sütten beyaz, kokusu miskten daha hoş, kadehleri gökteki yıldızlardan daha çoktur. Ondan bir defa içen, bir daha ebediyyen susamaz.”(15)

Hak yol olan İslâm’ı bırakıp bâtıl inançlara dönenler, kötü ve murdar işlerle meşgul olanlar -melekler tarafından- bu havuzdan ve cennetten menedileceklerdir.

7. Sırat: Kelime olarak sırat, yol demektir. “Sırât-ı müstakîm”, doğru yol, dümdüz cadde mânâsınadır. Kur’ân-ı Kerim’de, “Allâh’ın gösterdiği hidâyet yolu, İslâm dini” karşılığı olarak geçmektedir. Burada ise bundan maksat, İslâm akâidinde “Sırat köprüsü” olarak bilinen, mahiyetini kavrayamadığımız, ama inanmakla yükümlü bulunduğumuz cehennem üzerinden uzatılmış dehşetli bir geçittir.

Mü’minler sâlih amellerine göre bunun üzerinden geçip cennete giderler. Bazıları bu köprüden yıldırım hızıyla, bazıları fırtına sür’atiyle, diğer bazıları rehvan at üzerinde binmiş gibi, takvâsı az olanlar yürüyen at gibi, günahı arkasına bağlı bulunanlar da yürüyerek geçerler. Münafıklar, müşrikler, mürtedler ve bilumum kâfirler, bu köprünün üzerinden geçerken ayakları sürçer ve cehenneme yuvarlanırlar.

Sırat’tan ilk geçen Peygamberimiz (s.a.v.) olacak… Onun arkasından ümmeti geçecek… Ümmeti geçerken Peygamber Efendimiz Sırat’ın yanında bulunacak, ‘Yâ Rabbî, ümmetime selâmet ver, ümmetimi selâmette kıl’ diye dua edecek. Sahih hadîs kitaplarında, bunlardan bahseden hadîsler vardır. Fakat bu hadîslerde Sırat köprüsünün mahiyeti ve şekli hususunda bir bilgi verilmemiştir.(16)

8. Cennet ve cehennem: Bunlar her ikisi de haktır ve şu anda mevcuttur. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulmuştur:

“Biz, ‘Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin. Orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin. Sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz, her ikiniz de kendine kötülük eden zâlimlerden olursunuz’ dedik.”(17)

“Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!”(18)

“O ateş (cehennem) kâfirler için hazırlandı.”(19)

Hâsılı, cennet ve cehennemin varlığını açıklayan nasslar, hem kimse için gizli kalmayacak kadar gâyet açık, hem de sayılamayacak kadar çoktur.

Âhiret hayatı bâki olduğu gibi cennet ve cehennem de bakîdir, daimîdir, onlara yokluk ârız olmaz. Cennet ve cehennem halkı da fâni değillerdir, ölümsüzdürler. Allah Teâlâ onlar hakkında, “Hâlidîne fîhâ ebedâ: Onlar orada ebediyyen daimîdirler”(20) buyurdu.

***

CENNET NE MÂNÂYA GELMEKTEDİR? Yazının devamını oku »

Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Din, Dini Konular, Güncel, Gündem, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar, İman | Etiketler: , , , , | 3 Comments »

Zerre iman ne demek?

Posted by Site - Yönetici Mart 4, 2008

Zerre iman ne demek?,kelimei-tevhidla-ilahe-illalahla-havle-vela-kuvvetekelimei-sahadetlc3a2-ilc3a2he-illallah-muhammedc3bbn-resc3bblullah

Zerre iman ne demek?

Sual: Hiçbir iyilik ve ibadeti olmayan günahlar içinde yüzen bir kimse, ihlâsla kelime-i şehadeti söylese ve o hâl üzere ölse cennete gider mi?

CEVAP

Günahlar içinde yüzüp ibadetten uzak kimsenin imanla ölmesi çok zordur. Ancak imanla ölebilirse, günahlarının cezasını çektikten sonra elbette Cennete gider. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:

(Kalbinde zerre kadar imanı olan kişi ateşten çıkar.) [Buhari, Müslim, Tirmizi]

İbadeti ve iyiliği küçük görmemelidir. Basit sandığımız bir iyilik kurtuluşumuza sebep olabilir. Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:

(Ömründe hiç hayır yapmayan bir Müslüman, [başka Müslümanların ayağına batmasın diye] bir dikeni yoldan kaldırdı. Onun bu işi, Allah indinde makbul oldu ve Cennete gitti.) [Ebu Davud]

Sual: Zerre imanı olan Cennete mutlaka girecek deniyor. Zerre iman nedir?

CEVAP

Amentü`deki altı esasa inanan, Peygamber efendimiz ne bildirdiyse hepsine inandım, beğendim, hepsini kabul ettim diyen kimse, zerre imana kavuşmuş demektir.

Allah’ın rahmeti geniştir, Muhammedün Resulullah demeye lüzum yok dense, İslamiyet ile alaka kesilir, zerre iman hasıl olmaz. Bir hadis-i şerif meali:

(Lâ ilahe illallah Muhammedün Resulullah diyerek, kalbinde zerre kadar imanı olan kişi ateşten çıkar.) [Buhari, Müslim, Tirmizi]

İmanın altı şartına inanılsa, içinden birine, mesela Peygamberlerden birine inanılmasa, hatta bir farzı, bir sünneti beğenmese, o kimse mümin olamaz. Yani imanın altı şartına inanmamış olur.

Zerre imanla ölebilmek için de haramlardan kaçmaya, ibadetleri yapmaya çalışmalıdır. Çünkü işlenen günahlar iman nurunu söndürebilir, yani o insanı küfre sürükleyebilir.

Sual: Kelime-i şehadeti söyleyip imanla ölen herkes mutlaka Cennete girecek midir?

CEVAP

Zerre imana sahip olan elbette girecektir. Ancak, ibadet etmeyen ve günahlardan kaçınmayan imanını muhafaza edemez, küfre düşer. Muhafaza edebilen ise muhakkak Cennete girer.

Hazret-i Muaz anlatır:

Resulallah, (Ya Muaz, Allahü teâlânın, kulları üzerine ve kulların Allahü teâlâ üzerine hakkı nedir) buyurdu. Ben de, (Allah ve Resulü daha iyi bilir) dedim. (Allahü teâlânın kulları üzerine hakkı, Allah`a [Onun bildirdiği gibi inanarak, beğenerek] ibadet etmeleri ve Ona şerik koşmamalarıdır. Kulların Allah üzerine hakkı da, Ona şerik koşmayanı azap etmemesidir) buyurdu. (Ya Resulallah insanlara bu müjdeyi vereyim mi?) diye sorunca, (Hayır, buna güvenirler de iyi işlerden vazgeçebilirler [diğer emir ve yasaklara riayet etmeyip felakete düşebilirler]) buyurdu. (Buhari, Müslim, Tirmizi)

Resulullah, (Allah`tan başka ilah olmadığına, Muhammed`in Allah`ın Resulü olduğuna ihlasla şehadet eden [bunu muhafaza edip müslüman olarak ölen] herkese, Allahü teâlâ ateşi haram kıldı) buyurunca, (Ya Resulallah bunu insanlara haber vereyim mi?) dedim. (O zaman buna güvenirler de iyi işlerden vazgeçerler) buyurdu. (Buhari, Müslim, Tirmizi)

Hazret-i Muaz, bildiği şeyi gizlemek günahından kurtulmak için bunu vefatından az önce haber verdi.

Sual: Büyük günah işleyen müminler de Cennete girecek midir?

CEVAP

Şefaate kavuşursa hiç Cehenneme girmeden Cennete girecektir. Şefaat büyük günahlar için olacaktır. Zerre imanı olan kıyamette büyük nimete kavuşacaktır. Peygamber efendimiz, yemin ederek şöyle buyuruyor:

(Şunları yeminle söylüyorum:

1- Facir olan [çeşitli günahlar işleyen], maişetini kazanmaktan da ahmak olan mümin Cennete girecektir.

2- Günahları sebebiyle Cehennem ateşi yakmış olan da Cennete girecektir.

3- Kıyamette Allahü teâlâ hiç kimsenin hatırına hayaline gelmeyecek şekilde müminleri affedecektir.

4- Allahü teâlâ, öyle çok mağfiret edecek ki, İblis bile acaba ben de affolacak mıyım diye başını kaldıracaktır.) [Beyheki]

(Şunlar kimde bulunursa Allahü teâlâ, onun vücudunu Cehenneme haram eder, onu şeytandan ve nefsinden korur. Nefsi [günah olan] bir şeye heves ettiği halde nefsine hakim olup, onu yapmayan ve nefsi, [hayırlı bir şeyi, bir ibadeti] yapmak istemediği halde onu yapan, nefsinin şehvet ve gazabına hakim olur. Şunlar da kimde bulunursa, Allahü teâlâ onu rahmetine gark ederek Cennetine koyar: Bir yoksulu barındırmak, zavallı birine acımak, hizmetçiye iyi muamele etmek, ana ve babasına infak etmek.) [Deylemi]

Posted in Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Soru Ve Cevaplar, Tavsiyeler, Türkiye, İman | Leave a Comment »

İmanın tadını aldıran üç şey

Posted by Site - Yönetici Şubat 19, 2008

İmanın tadını aldıran üç şey

Abdullah b. Muâviye (r.a.) anlatıyor:

Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Üç şey vardır ki, kim onları yaparsa îmânın tadını, lezzetini almış olur. Bunlar;

1) Sadece Allâh’a kulluk etmek, Allah’tan başka ilah olmadığını bilmek.

2) Her yıl gönül hoşnutluğu ile zekât vermek. Zekâtı; yaşlı, uyuzlu, hasta, değersiz hayvanlardan değil, mallarının orta hallisinden vermek. Çünkü Cenâb-ı Hakk, zekâtınızı, ne mallarınızın iyisinden vermenizi emretmiştir, ne de kötüsünden vermenize râzı olmuştur.

3) Nefsini tezkiye etmek (tertemiz kılmak).

Bir sahâbî, Nefsi tezkiye etmek nasıldır? diye sordu. Resûlüllah (s.a.v.), ‘Kişinin nerede olursa olsun, Allâh’ın kendisi ile beraber olduğunu bilmesidir” buyurdu. (Ebî Dâvud, Sünen, Zekât, 5)

Posted in Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, İman | Leave a Comment »

Peygamberlere iman

Posted by Site - Yönetici Aralık 9, 2007

Peygamberlere iman,Amentu,hat sanati,

Peygamberlere iman

Sual: İmanın dördüncü şartı nedir?
CEVAP
İmanın dördüncü şartı, Peygamberlere imandır. Amentüdeki
Ve rüsülihi” kelimesi, “Allahü teâlânın Peygamberlerine iman etmeyi bildirmektedir.

Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselam ve sonuncusu, bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellemdir. Bu ikisinin arasında, çok Peygamber gelmiş ve geçmiştir. Sayıları belli değildir. Yüzyirmidört binden çok oldukları meşhurdur.

Peygamberlere iman etmek, aralarında hiçbir fark görmeyerek, hepsinin Allahü teâlâ tarafından seçilmiş sadık, doğru sözlü olduklarına inanmak demektir. Onlardan birine inanmayan kimse, hiçbirine inanmamış olur.

Peygamberlik, çalışmakla, çok ibadet yapmakla, açlık ve sıkıntı çekmekle ele geçmez. Yalnız Allahü teâlânın ihsanı, seçmesi ile olur.

Allahü teâlâ, ilk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselamdan beri, her bin senede din sahibi yeni bir Peygamber vasıtası ile, insanlara dinler göndermiştir. Bunlar vasıtası ile, insanların dünyada rahat ve huzur içinde yaşamaları ve ahirette de sonsuz saadete kavuşmaları yolunu bildirmiştir. Kendileri ile yeni bir din gönderilen Peygamberlere (Resul) denir. Resullerin büyüklerine (Ülülazm) Peygamberler denir. Bunlar, Âdem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed aleyhimüssalatü vesselamdır.

Sual: Meşhur olan 33 Peygamberin isimleri nelerdir?
CEVAP
Şunlardır:
Âdem, İdris, Şit, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lut, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Eyyub, Şuayb, Musa, Harun, Hıdır, Yuşa bin Nun, İlyas, Elyesa, Zülkifl, Şemun, İşmoil, Yunus bin Meta, Davud, Süleyman, Lokman, Zekeriya, Yahya, Üzeyir, İsa bin Meryem, Zülkarneyn ve Muhammed aleyhimüssalatü vesselam

Bunlardan yalnız yirmisekizinin ismi, Kur’an-ı kerimde bildirilmiştir. Zülkarneyn, Lokman, Üzeyir ve Hıdır`ın, Peygamber olup olmadıklarında ihtilaf vardır. Muhammed Masum hazretleri 2. cilt, 36. mektupta, Hıdır [Hızır] aleyhisselamın Peygamber olduğunu bildiren haberin kuvvetli olduğunu yazmaktadır. 182. mektupta, Hıdır aleyhisselamın insan şeklinde görülmesi ve bazı işleri yapması, onun hayatta olduğunu göstermez. Allahü teâlâ, onun ve birçok Peygamberlerin ve velilerin ruhlarının insan şeklinde görülmesine izin vermiştir. Onları görmek, hayatta olduklarını göstermez, demektedir.

Âdem aleyhisselamdan, son Peygamber Muhammed aleyhisselama kadar bütün Peygamberler, hep aynı imanı bildirmiş, ümmetlerinden aynı şeylere iman etmelerini istemişlerdir. Yahudiler, Musa aleyhisselama inanıp, İsa aleyhisselama ve Muhammed aleyhisselama inanmazlar. Hıristiyanlar, İsa aleyhisselama inanıp, Muhammed aleyhisselama inanmazlar. Müslümanlar ise, bütün Peygamberlere inanırlar.

İlk insan ve ilk Peygamber
Sual: Âdem, İdris ve Şit aleyhimüsselamın peygamberliklerinde şüphe var mı?
CEVAP Yazının devamını oku »

Posted in Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Peygamberler, Soru Ve Cevaplar, Türkiye, İman | Leave a Comment »

Kitaplara iman

Posted by Site - Yönetici Aralık 8, 2007

Kitaplara iman

Sual: İmanın üçüncü şartı nedir?
CEVAP
İmanın üçüncü şartı,
kitaplara imandır. Amentü`deki, (Ve kütübihi) ifadesi, Allahü teâlânın kitaplarına inanmayı, iman etmeyi bildirmektedir. Allahü teâlânın gönderdiği kitaplar çoktur. Din kitaplarımızda bildirilen ise, 104 kitaptır. Bunlardan 100`ü küçük kitaptır. Bu küçük kitaplara suhuf denir.

100 suhuf kitap şu Peygamberlere inmiştir:
10 suhufu, Âdem aleyhisselama,
50 suhufu, Şit aleyhisselama,
30 suhufu, İdris aleyhisselama,
10 suhufu, İbrahim aleyhisselama.

Dört büyük kitap ise şu Peygamberlere inmiştir:
Tevrat, Musa aleyhisselama,
Zebur, Davud aleyhisselama,
İncil, İsa aleyhisselama,
Kur’an-ı kerim, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselama.

Kitapların hepsini, Cebrail aleyhisselam getirmiştir. Kur’an-ı kerim, bütün ilahi kitapların hükümlerini nesh etmiş, yani yürürlükten kaldırmış ve bu hükümleri kendisinde toplamıştır. Bugün, bütün insanların Kur’an-ı kerime tâbi olmaları lazımdır. Şimdi, hiçbir memlekette, hakiki Tevrat ve İncil yoktur. Bozulmuş İnciller vardır. Bu kitaplar sonradan tahrif edilmiş, yani insanlar tarafından değiştirilmiştir. Bozulmamış olsaydı bile, geçerliliği yoktu, hepsi Allahü teâlâ tarafından nesh edilmiştir.

Kur’an-ı kerimin gelmesi âyet âyet olmuş ve 23 senede tamamlanmıştır. Kur’an-ı kerim, kıyamete kadar geçerlidir. Geçersiz olmaktan ve insanların değiştirmelerinden korunmuştur. Kur’an-ı kerimde eksiklik veya fazlalık olduğuna inanan, Allahü teâlâya inanmamış olur.
Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki:
(Kur`anı biz indirdik, elbette yine onu biz koruyacağız.) [Hicr 9]
(Kur`an, eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Ona önünden, ardından [hiçbir yönden, hiçbir şekilde] bâtıl gelemez [hiçbir ilave ve çıkarma yapılamaz. Çünkü] O, kâinatın hamd ettiği hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından indirilmiştir.) [Fussilet 41-42]

Sual: Peygamberlere kitaplar nasıl indi? Bu kitapların mahiyeti nasıldır?
CEVAP
Allahü teâlâ, kitapları, melek ile, bazı Peygamberlerin mübarek kulaklarına söyleyerek, bazılarına ise, levha üzerinde yazılı olarak, bazılarına da meleksiz işittirerek indirdi. Bu kitapların hepsi Allahü teâlânın kelamıdır. Ebedi ve ezelîdir. Mahluk değildir. Bunlar, meleklerin veya Peygamberlerin kendi sözleri değildir.
Yazının devamını oku »

Posted in Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Kur`anı Kerim, Soru Ve Cevaplar, Türkiye, İman | 1 Comment »

Meleklere iman

Posted by Site - Yönetici Aralık 5, 2007

Meleklere iman

Meleklere iman

Sual: İmanın ikinci şartı nedir?
CEVAP
İmanın ikinci şartı,
Meleklere imandır. Amentü`deki, (Ve melaiketihi) ifadesi, Allahü teâlânın meleklerine inanmayı, iman etmeyi bildirmektedir.

Sual: Meleklere iman nasıl olmalıdır?
CEVAP
Melekler, Hayat sahibi, diri, nurani yaratıklar olup, akıl sahibidirler. Allahü teâlânın sevgili ve kıymetli kullarıdır, ortakları ve kızları değildir. Allahü teâlânın emirlerine itaat ederler, isyan etmezler. Günah işlemezler. Erkek ve dişi değildir. Evlenmezler, doğurmazlar, çoğalmazlar, çocukları olmaz, yiyip içmezler. Allahü teâlâ, bunlardan bazılarını peygamber olarak seçmiştir. Diğer meleklere vahiy [haber] götürmek görevi ile şereflendirmiştir. Peygamberlerin kitaplarını ve sayfalarını getiren de bunlardır. Mesela Enam suresini Cebrail aleyhisselam ile birlikte 70 bin melek getirmiştir. Bunlar hata etmez, unutmaz. Hile yapmaz, aldatmazlar. Bunların Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur, şüpheli, ihtimalli değildir. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka işleri yoktur.

En üstünleri 4 tanedir:
Cebrail aleyhisselam: Meleklerin en üstünüdür. Vazifesi, Peygamberlere vahiy getirmek, emir ve yasakları bildirmektir. Cebrail aleyhisselamın günah işleyeceğini veya yanlış bir iş yapacağını sanmak çok tehlikelidir. Çünkü Allahü teâlâ buyurdu ki:
(Ey Resulüm de ki; “Cebrail`e düşman olan, Allah`a düşmandır.” Çünkü o, Kur`an-ı kerimi, Allah`ın izniyle, kendinden önce gelen kitapları doğrulayıcı, bir hidayet rehberi ve müminler için müjdeci olarak senin kalbine indirmiştir.) [Bekara 97]

İsrafil aleyhisselam: Sura üfürmekle vazifelidir. Birinci üfürmesinde hasıl olan sesi işiten, Allahü teâlâdan başka her diri ölecek, ikincisinde hepsi tekrar dirilecektir.

Mikail aleyhisselam: Rızk gönderilmek, ucuzluk, bolluk, kıtlık, pahalılık ve her maddeyi hareket ettirmekle vazifelidir.

Azrail aleyhisselam: İnsanların ruhunu almakla vazifelidir.

Bunlardan sonra dört sınıf melek vardır. Hamele-i Arş denen melekler dört tanedir. Huzur-i ilahide bulunan meleklere, Mukarrebin denir. Azab meleklerinin büyüklerine Kerubiyan, rahmet meleklerine Ruhaniyan denir. Cennet meleklerinin büyüğünün adı Rıdvan, Cehennem meleklerinin büyüğünün adı Malik`tir. Cehennem meleklerine Zebani denir. Bunlar, Cehennemde emredilen vazifelerini yapar. Denizin balığa zararlı olmaması gibi, Cehennem ateşi de bunlara zarar vermez. İnsanların iki omuzunda bulunup, iyiliklerini ve kötülüklerini yazan Kiramen katibin ismindeki iki melek ile, cinden koruyan meleklere, Hafaza melekleri denir. Sayısı en çok olan mahluk meleklerdir.

“Zebani gibi bir zalim”, “Azrail gibi cani, işkenceci bir Zebani”, “Çocuğunuzu terbiye etmezseniz, anarşist olur, Azrail ve Zebani olur” gibi sözler uygun değildir. [Bunları mecaz olarak da örnek vermek uygun değildir. Allahü teâlânın emrine uyarak iman eden, emir ve yasaklara uyan müslümanlara mesela namaz kılan, oruç tutan, kul hakkı yemeyen, zina etmeyen müslümanlara ahmak, gerici, örümcek kafalı denir mi hiç? Bunun gibi, Allahü teâlânın emrini yerine getiren meleklere cani, işkenceci, zalim denir mi hiç? Mecazı da, örneği de, şakası da çok çirkindir.] Meleklere hakaret eden Müslüman dinden çıkar. Bütün melekler günahsızdır, cani, işkenceci, zalim değildir. Allahü teâlânın emrini yerine getirirler. (Feraid-ül-fevaid)

Sual: (Ecelin hoyrat eli) demek küfür müdür? Yazının devamını oku »

Posted in Diger Konular, Din, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Meleklere İman, Soru Ve Cevaplar, Türkiye, İman | Leave a Comment »

İman Nedir ?

Posted by Site - Yönetici Ekim 22, 2007

1,Allah,İman Nedir

İman Nedir ?

Sual: İman nedir?
CEVAP
İman, Muhammed aleyhisselamın Allahü teâlâ tarafından getirdiği emir ve yasaklara inanmak ve inandığını dil ile söylemek demektir.

İman, Amentü`de bildirilen altı esasa inanmak ve Allahü teâlâ tarafından bildirilen emir ve yasakların tamamını kabul etmek ve beğenmektir.

Amentü şöyledir:
Âmentü billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rüsülihi vel yevmil ahiri ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ vel ba’sü ba’del mevti hakkun. Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resülühü.
[Yani, Allah`a, meleklerine, gönderdiği kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah`tan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye inanıyorum. Allah`tan başka ilah olmadığına ve Muhammed aleyhisselamın da Allah`ın kulu ve son Peygamberi olduğuna şehadet ediyorum.]

İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği dini, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan tasdik etmek yani kabul edip, beğenip, inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. Tam olmayınca, iman olmaz. Allahü teâlâ, (Onlar gayba [görmedikleri halde Resulümün bildirdiği her şeye] iman ederler) buyuruyor. (Bekara 3) Resulü de, (Dini [hükümleri, dinde bildirilenleri] aklı ile ölçenden daha zararlısı yoktur) buyurdu. (Taberani)

Nazara yani göz değmesine inanmayan bir kimse, (Bugün fen, gözle görülemeyen şuaların iş yaptığını açıklıyor. Mesela bir kumanda ile TV`yi, radyoyu veya arabamızı açıp kapatabiliyoruz. Bunun için gözlerden çıkan şuanın zarar verebileceğine artık inanıyorum) dese bunun kıymeti olmaz. Çünkü bu insan dine değil, kumandadan çıkan şuaya inanıyor. Yahut şua ile birlikte Peygambere inanıyor. Yani fen kabul ettiği için, şuaların etkisini gözü ile gördüğü için inanıyor ki bu iman olmaz. Dinde bildirilen her şeyi, fen ispat edemese de, fayda veya zararını gözü ile görmese de, yine inanmak lazımdır. Hakiki iman gayba inanmaktır yani görmeden inanmaktır. Gördükten sonra artık o iman olmaz. Gördüğünü itiraf etmek olur. Bekara suresinin 3. âyetinde, gayba inanmak, görmeden inanmak övülüyor. İmanın altı şartı da gayba inanmayı gerektirmektedir. Çünkü hiç birisini görmüş değiliz.

Peygamber efendimiz, aşağıda bildirilen iman ile ilgili âyetleri açıklayarak imanı şöyle tarif etti:
(İman; Allah`a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, [yani Kıyamete, Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana], kadere, hayrın ve şerrin Allah`tan olduğuna, ölüme, öldükten sonra dirilmeye, inanmaktır. Allah`tan başka ilah olmadığına ve benim Onun kulu ve resulü olduğuma şehadet etmektir.) [Buhari, Müslim, Nesai]

Kur`an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Asıl iyilik; Allah`a, ahirete, meleklere, kitaplara, nebilere inanmaktır.) [Bekara 177]
(Onlar gayba [Allah’a, meleklere, kıyamete, cennete, cehenneme görmedikleri halde] inanırlar.) [Bekara 3]
(Onlar, sana indirilene, senden önceki kitaplara ve ahirete iman ederler.) [Bekara 4]
Bu üç âyette, Allah`a, ahirete, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve gayba inanmak bildiriliyor.

(Allah, onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir.) [Bekara 255]
(Ölümü Allah`ın iznine bağlı olmayan hiç kimse yoktur.) [Al-i İmran 145]
(Ölüm zamanını takdir eden ancak Allah`tır.) [Enam 2]
Bu üç âyet, takdirin Allah tarafından olduğunu bildirmekte, kadere iman etmeyi göstermektedir.

(Kendilerine bir iyilik dokununca, “Bu Allah`tan” derler; başlarına bir kötülük gelince de “Bu senin yüzünden” derler. “Küllün min indillah” [Hepsi Allah`tandır] de, bunlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar.) [Nisa 78]
Bu âyet, hayır ve şerrin Allah`tan olduğunu bildirmektedir.

(Muhammed [aleyhisselam], Allah`ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur.) [Ahzab 40]
Bu âyet de, Resulullahın peygamber olduğunu bildirmektedir.

İman herkese lazım
İmanı olmayan kimsenin sonsuz olarak Cehennem ateşinde yanacağını Peygamber efendimiz haber verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna inanmak gibi lazımdır. Sonsuz olarak ateşte yanmak ne demektir? Herhangi bir insan, sonsuz olarak ateşte yanmak felaketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lazım gelir. Bu korkunç felaketten kurtulmak çaresini arar. Bunun çaresi ise, çok kolaydır. (Allahü teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselamın Onun son Peygamberi olduğuna ve Onun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak ve beğenmek) insanı bu sonsuz felaketten kurtarmaktadır.

Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya inanmıyorum, bunun için böyle bir felaketten korkmuyorum, bu felaketten kurtulmak çaresini aramıyorum derse, buna, (İnanmamak için elinde senedin, vesikan var mı? Hangi ilim, hangi fen inanmana engel oluyor?) denirse ne cevap verecektir? Elbette hiçbir vesika gösteremiyecektir. Senedi, vesikası olmayan söze ilim, fen denir mi? Buna zan ve ihtimal denir. Milyonda, milyarda bir ihtimali olsa da, (sonsuz olarak ateşte yanmak) korkunç felaketinden sakınmak lazım olmaz mı? Az bir aklı olan kimse bile, böyle felaketten sakınmaz mı? Sonsuz ateşte yanmak ihtimalinden kurtulmak çaresini aramaz mı? Görülüyor ki, her akıl sahibinin iman etmesi lazımdır.

İman etmek için vergi vermek, mal ödemek, yük taşımak, zevkli tatlı şeylerden kaçınmak gibi sıkıntılara katlanmak lazım değildir. Yalnız kalb ile, ihlas ile, samimi olarak inanmak yeterlidir. Bu inancını inanmayanlara bildirmek de şart değildir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki, (Sonsuz ateşte yanmaya inanmayanın, buna çok az da bir ihtimal vermesi, zannetmesi akıl icabıdır). Sonsuz olarak ateşte yanmak ihtimali karşısında, bunun yegane ve kesin çaresi olan (İMAN) nimetinden kaçınmak, ahmaklık, hem de çok büyük şaşkınlık olmaz mı? [m.73]

İmandan mahrum olan
Sual: (İman edenin, neyi yok; imandan mahrum olanın neyi var ki?) sözü, ne demektir?
CEVAP
Hüküm, neticeye göre verilir. Ebedi kâr ve zarara bakılır. Ebedi nimetlere kavuşmanın veya ebedi azaplara düşmenin sebebi, insanda bir hazinenin varlığına veya yokluğuna bağlıdır. Bu hazine imandır, Müslüman olmaktır. Bu hazineye malik olanın her şeyi var demektir. Bu hazineden mahrum kalanın da, hiçbir şeyi yok demektir. Mesela dünyanın en fakir insanı salih bir Müslüman olsun. Bu çok fakir Müslümana, (Dünyanın bütün servetini, her şeyin tapusunu sana vereceğiz, dünyanın lideri de, sen olacaksın, ama; imanını bırak) deseler. O, çok fakir Müslüman, bunu asla kabul etmez. Demek ki, iman sahibi, dünyadaki bütün servetin satın alamayacağı bir hazineye ve erişilemeyecek bir makama sahiptir.

Netice olarak, Allahü teâlâya iman eden kimse, o haliyle de ölürse, ebedi Cennetliktir. Başka hiç bir şeyi olmasa da, ne önemi var? İmandan mahrum olanın akıbeti ise, ebedi Cehennemdir. Bütün dünya onun olsa da, neye faydası olur? Onun için bir iş yaparken, bu işten Allahü teâlâ razı mı, değil mi ona bakmak gerekir. O, razı ise başka hiç kimse razı olmasa da, önemi yoktur. O razı değilse, herkes razı olsa da, beğense de, hiç kıymeti olmaz. O halde her işte ölçümüz, Allahü teâlânın rızası olmalıdır.

Müslüman olunca
Sual: Yeni müslüman olanın veya akıl-baliğ olan çocuğun, önce Kelime-i şehadet söylemesi ve bunun manasını öğrenip, inanması gerekir mi?
CEVAP
Evet gerekir. Bundan sonra, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan itikad, yani iman edilmesi gereken bilgileri öğrenip, bunlara inanması gerekir.

Sonra Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinin kitaplarında yazılı olan fıkıh bilgilerini, yani İslam`ın beş şartını ve helal, haram olan şeyleri öğrenmesi ve bunlara inanması ve uygun yaşaması gerekir.
Bunları öğrenmek ve uymak gerektiğine inanmayan, önem vermeyen mürted olur. Yani kelime-i şehadet getirerek müslüman olduktan sonra, tekrar kâfir olur.

Nikahlı müslüman bir kız, baliga olduğu zaman, Müslümanlığı bilmezse, nikahı bozulur. Yani mürted olur. Allahü teâlânın sıfatlarını ona bildirmelidir. O da, tekrar etmeli ve (bunlara inandım) demelidir. (Dürr-ül-muhtar)

İbni Abidin hazretleri bunu açıklarken diyor ki:
Kız küçük iken, ana-babasına tâbi olarak müslümandır. Baliga olunca, ana-babasının dinine tâbi olması devam etmez. İslamiyet`i bilmeyerek baliga olunca, mürted olur. İman edilecek şeyleri işitip de, inanmamış kimse, kelime-i tevhid söylese, yani (La ilahe illallah Muhammedün resulullah) dese, müslüman olmaz. (Amentü billahi…) de bulunan altı şeye inanan ve (Allahü teâlânın emirlerinin ve yasaklarının hepsini kabul ettim, beğendim) diyen kimse müslüman olur.

Her müslüman, çocuklarına Amentü`yü ezberletmeli, manasını iyice öğretmelidir! Çocuk bu altı şeyi öğrenmez ve inandığını söylemezse, baliğ olduğu zaman müslüman olmaz, mürted olur.

Sadece Allah`a inandım demek kâfi değildir. Amentü`de bildirilen altı husustan birini, mesela kaderi inkâr eden, kâfir olur, bütün iyi amelleri yok olur. (Redd-ül Muhtar)

Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Din, Dini Konular, Fetvalar, Fıkıh, Güncel, Gündem, Soru Ve Cevaplar, Türkiye, İman | Leave a Comment »