Göynem – Beyşehir

İlahi – Kur`an -İslam – Din -Tasavvuf – Belgesel – Dua – Hadis – Tarih – Şiir – Vs… – بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Posts Tagged ‘Kurani Kerim’de Kiyamet ve Ahiret – Imam Gazali’

Mubârek şehirlerin Vehhâbî habîslerinden geri alınması

Posted by Site - Yönetici Aralık 28, 2015

Mubârek şehrlerin Vehhâbî habîslerinden geri alınması,mecca-kabaa-01 copy

Mubârek şehirlerin Vehhâbî habîslerinden geri alınması

Osmanlı devleti, bu senelerde dış devletlerle uğraşmakta ve masonların körüklediği isyân ateşlerini söndürmeye çalışmakta idi. [Mekteb-i sultanî müdîri Abdürrahmân Şeref bey, 1325 mâlî ve 1909 mîlâdî senesinde basılan (Fezleke-i tarih-i devlet-i Osmaniyye) kitabında diyor ki, (1213 [m. 1798] de fransızlar Mısrı işgâl etti. Uzun muhârebelerden sonra Mısr 1216 da istirdâd edildi. Anadoluda ve Rumelide zuhûr eden eşkıyâ ile uğraşıldı. 1221 de Rusya Hotin ve Bender kal’alarına hücûm etti. İngiliz donanması, bunu fırsat bilerek Marmaraya girdi. Yedi-kuleye kadar gelerek, sâhilleri top ateşine tuttu. Halîcdeki donanmanın kendisine teslim edilmesini istedi. Başta pâdişâh üçüncü Selîm sultan olmak üzere, bütün memurların gayreti ile sâhillere binden ziyâde top yerleştirilerek, ingiliz donanmasına ateş edildi. Donanma on gün dayanamayıp kaçtı. Fakat, dahilî düşmanlar İstanbulda ihtilâl çıkarıp, 1223 de sultan şehit edildi. Rusya 1224 de tekrar hücûm etti. Bu harp 1227 Bükreş müâhedesine kadar devam etti.)] 1226 [m. 1811] senesinde, Sü’ûdun müslümanlara işkenceleri ve islâm dînine olan hakâretleri, dayanılmıyacak hâl aldığından, müslümanların halîfesi sultan II. Mahmûd hân-ı Adlî Mısr vâlîsi Muhammed Ali pâşaya ferman gönderip, eşkiyâyı terbiye etmesini emreyledi. Muhammed Ali pâşa, oğlu Tosun pâşanın kumandasında bir kolorduyu, Ramazan ayında Mısrdan yola çıkardı. Tosun pâşa, Medînenin iskelesi olan (Yenbû’) şehrini aldı. Cüdeyde yolu ile Medîneye giderken, (Safrâ) vâdisi ile Cüdeyde boğazı arasında ve (1226) zilhicce ayı başında büyük bir muhârebe olup bozguna uğradı. Tosun pâşaya birşey olmadı ise de, Osmanlı müslümanlarının çoğu şehit oldu. Muhammed Ali pâşa buna çok üzüldü. Büyük bir kolordu ile kendisi yola çıktı. Orduda onsekiz top, üç havan topu ve pek çok silâh vardı. 1227 [m. 1812] senesinin Şa’bân ayında Safrâ ve Cüdeyde boğazlarını geçtiler. Ramazan ayında, birçok köyleri harbsiz ele geçirdiler. Muhammed Ali pâşa, çok kurnaz davranıp, bu başarıları para ile sağladı. Daha doğrusu, bu kurnazlığı ona şerif Gâlib efendi öğretti. Para ile köyleri ele geçirdi. Bu yolda yüzonsekizbin riyâl dağıtıldı. Tosun pâşa da, babası gibi, şerif Gâlib efendi ile görüşmüş olsaydı, koca bir orduyu elinden çıkarmamış olurdu. Şerif Gâlib efendi, Mekkede vehhâbîlerin emîri idi. Fakat, Mekkenin o azgın şakîlerden kurtarılmasını gönülden istemekte idi. Muhammed Ali pâşa, Zilka’de sonunda Medîneyi de kansız ele geçirdi. Bu zaferleri, halîfe hazretlerine arz edilmek üzere Mısra bildirdi. Mısrda üç gün üç gece bayram yapıldı. Zafer müjdeleri bütün islâm memleketlerine bildirildi. Muhammed Ali pâşa, bir fırkayı da, Cidde yolundan Mekkeye göndermişti. Bu fırka, (1228) Muharremi başlarında Ciddeye geldi. Mekkeye yürüdü. Şerif Gâlib efendinin gizlice göndermiş olduğu plânlara uyarak, kolayca Mekkeye girdi. Osmanlı ordusunun Mekkeye yürüdüğü şehre yayılınca, eşkiyâ kumandanları ile birlikte, dağlara kaçtılar.

Sü’ûd bin Abdülazîz binikiyüzyirmiyedi (1227) senesinde, hacdan sonra Tâife gitmiş, islâm kanı dökülen yerleri gezmiş, fesat ocağı olan Der’ıyyeye dönmüştü. Der’ıyyeye gelince, Medîne-i münevverenin ve sonra Mekke-i mükerremenin Osmanlıların eline geçtiğini işitince, şaşkına döndü. O sırada Osmanlı ordusu Tâife yürüdü. Tâif zâlimi olan (Osman-ül-Mudâyıkî), askerleri ile birlikte, korkudan kaçmış olduğundan, şehir harbsiz ele geçirildi. Müjde haberi İstanbula, müslümanların halîfesine arz olundu. Sultan Mahmûd hân-ı Adlî bu müjdeye çok sevindi. Allahü teâlânın bu ihsânına hamd eyledi. Muhammed Ali pâşaya teşekkürler ve ihsânlar gönderip, Hicâza tekrar giderek eşkıyâyı teftîş ve kontrol etmesini emir buyurdu.

Muhammed Ali pâşa, sultan Mahmûd hânın fermanına uyarak, Mısrdan tekrar yola çıktı. Bu sırada, şerif Gâlib efendi, Osmanlı ordusu ile birlikte Tâife gitmiş, elleri kanlı vâlî Osmanı aramaya dağılmışlardı. Plânlı davranarak, şakîyi yakaladılar. Mısra ve oradan İstanbula gönderildi. Muhammed Ali pâşa, Mekkeye gidince, Şerif Gâlib Efendiyi İstanbula gönderdi. Yerine kardeşi Yahyâ bin Mes’ûd efendiyi emîr yaptı. 1229 Muharrem ayında (Mübârek bin Magyan) şakîsi de ele geçirilip İstanbula gönderildi. Binlerle müslüman kanı akıtan bu iki şakî, İstanbul sokaklarında dolaştırıldıktan sonra, cezâları verildi. Yirmialtı sene Mekke emîrliği yapan şerif Gâlib efendiye sevgi ve saygı gösterilerek Selânike gönderilmiş, orada istirâhat ederek, 1231 [m. 1815] de vefât etmiştir. Selânikte türbesi ziyâret edilmektedir.

Hicâzın mübârek şehirleri eşkiyâdan temizlendikten sonra, Yemene kadar olan yerleri de temizlemek için bir fırka [tümen] gönderilmişti. Muhammed Ali pâşa, kendi askeri ile bu fırkanın yardımına gitti. Bütün oraları da temizledi. Mekkeye döndü. (1230) Recebine kadar orada kaldı. Oğlu Hasen pâşayı Mekke vâlîsi yapıp, Mısra döndü. Sü’ûd bin Abdülazîz (1231) senesi ortalarında öldü. Yerine oğlu Abdüllah bin Sü’ûd geçti. Muhammed Ali pâşa Mısra gelince, oğlu İbrâhîm pâşayı bir fırka asker ile Abdüllahın üzerine gönderdi. Abdüllah ibni Sü’ûd önceden Tosun pâşa ile bir anlaşma yaparak, Der’ıyye emîri kalmak şartı ile, Osmanlılara itaat edeceğini bildirmişti. Fakat Muhammed Ali pâşa, bu anlaşmayı kabûl etmemişti. İbrâhîm pâşa, (1231) senesi sonunda Mısrdan yola çıktı. (1232) başında Der’ıyyeye vardı. Abdüllah ibn-üs-Sü’ûd, bütün askeri ile karşısına çıktı. Çok kanlı muhârebelerden sonra, binikiyüzotuzüç 1233 [m. 1818] Zilka’de ayında Abdüllah ibn-üs-Sü’ûd yakalandı. Bu zafer müjdesi Mısra gelince, kal’adan yüz top atılıp, yedi gün yedi gece bayram yapıldı. Her taraf bayraklarla donatıldı. Minârelerde tekbîr getirildi ve münâcâtlar okundu.

Muhammed Ali pâşa, Arabistânın mübârek şehirlerinin eşkiyâdan temizlenmesine çok önem vermiş, muvaffak olmak için çok uğraşmış, bu yolda, sayılamıyacak kadar altın sarf etmiştir. Şimdi de, Sü’ûdî hükûmetinin, daha çok altın harcıyarak sapık inançlarını bütün dünyaya yaymak çabasında olduğunu üzülerek görmekteyiz. Mezhepsizlik felaketinden kurtulmak için, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin yazdıkları din kitaplarını okuyup, İslâmiyeti doğru olarak öğrenmekten başka çâre yoktur.

Abdüllah bin Sü’ûd yakalandıktan sonra, müslümanlara işkence yapan azgınlar ile birlikte Mısra gönderildi. Binikiyüzotuzdört (1234) Muharreminde, sayılamıyacak kadar çok seyirci arasında Kahireye getirildiler.

Muhammed Ali pâşa, Abdüllah bin Sü’ûdü pek sevinçli olarak ve nezâketle karşıladı. Şöyle konuştular:

Pâşa:

– Çok uğraştınız!

İbn-üs-Sü’ûd:

– Harp, kader kısmet işidir.

– Oğlum İbrâhîm pâşayı nasıl gördünüz?

– Çok cesûrdur. Kurnazlığı daha çoktur. Biz de çok çalıştık. Fakat Allahın dediği oldu.

– Üzülme! Müslümanların halîfesine, senin için şefaat mektûbu yazacağım.

– Kaderde ne varsa, o olur.

– O çekmeceyi niçin yanında taşıyorsun?

– Babamın, Hucre-i nebeviyyeden aldığı çok kıymetli eşyaları koydum. Şanlı pâdişâhımıza takdim edeceğim.

(Pâşanın emri üzerine çekmece açıldı. (Hucre-i Nebeviyye)den çalınmış olan eşya görüldü. İçlerinde değer biçilemiyecek kadar süslü üç mushaf-ı şerif ve pek iri üçyüzotuz inci, bir büyük zümrüd ve ayrıca altın zincirler vardı). Muhammed Ali pâşa, bunları gördükten sonra sordu:

– (Hazîne-i Nebeviyye)den alınan kıymetli eşya bu kadar değildir. Daha çok şeyler olacaktır?

– Hakkınız var, devletli efendim. Fakat ben, babamın hazînesinde bunları buldum. (Hucre-i saadet) yağmasında babam yalnız değildi. Arab beyleri ve Mekke ileri gelenleri ve (Harem-i saadet) ağaları ve Mekke emîri olan şerif Gâlib efendi, yağmada ortak idiler. Eşyalar kapanın elinde kalmıştı.

– Evet doğrudur! Şerif Gâlib efendinin yanında, çok şeyler bulduk aldık.

(Şerif Gâlib efendinin yanında bulunan eşyanın, vehhâbî yağmacılarından kurtarmak için alınıp saklandıklarını düşünmek lâzımdır. Muhammed Ali pâşanın, (Evet, doğrudur) demesi, şerif Gâlib efendinin, yağma ettiğine inandığını değil, eşyanın az olmasının sebebini kabûl ettiğini bildirmek içindir).

Bu konuşmalardan sonra, Abdüllah bin Sü’ûd, suç ortakları ile birlikte, İstanbula gönderildi. Binlerle müslümanın kâtili olan bu azgın şakîler, (Topkapı sarayı) kapısının önünde idam edilerek cezâları verildi.

İbrâhîm pâşa, Der’ıyye kal’asını yıktı. Binikiyüzotuzbeş (1235) senesi Muharrem ayında Mısra döndü. Muhammed bin Abdülvehhâbın bir oğlu da Mısra getirilip, ölünciye kadar habs edildi.

Abdüllah ibn-üs-Sü’ûddan sonra, o soydan (Terkî bin Abdüllah) 1240 [m. 1824] de vehhâbîlere baş oldu. Babası Abdüllah, Sü’ûd bin Abdülazîzin amcası idi. 1249 da, Sü’ûdün oğlu (Meşârî) Terkîyi öldürüp yerine geçti. Terkînin oğlu Faysal da, Meşârîyi kesip, 1254 de vehhâbîlerin başına geçti. Muhammed Ali pâşanın yeniden gönderdiği askere karşı koymak istedi ise de, binikiyüzellidört 1254 [m. 1838] senesinde mîrliva [tuğgeneral] Hurşîd pâşanın eline geçerek, Mısra gönderildi. Habs edildi. Sü’ûdün Mısrda bulunan oğlu Hâlid bey Der’ıyye emîri yapılarak (Riyâd) şehrine gönderildi. Hâlid bey, Mısrda Osmanlı terbiyesi ile yetişmiş, Ehl-i sünnet îtikatında, nâzik bir zat idi. Bunun için emîrlikte birbuçuk sene kalabildi. (Abdüllah ibni Sezyân) adında bir adam, Osmanlı devletine sâdık görünerek, birçok köyü eline geçirdi. Ansızın, Der’ıyyeye saldırıp, Necd emîri oldu. Hâlid Mekkeye kaçtı. Mısrda zindanda bulunan Faysal kaçarak, (Cebel-i Semr) emîri İbnürreşîdin yardımı ile, Necde gidip, İbni Sezyânı öldürdü. Osmanlı devletine sâdık kalacağına yemin ederek, 1259 da Der’ıyye emîri yapıldı. 1282 [m. 1865] senesinde ölünceye kadar vaadinde durdu.

Faysalın (Abdüllah, Sü’ûd, Abdürrahmân ve Muhammed Sa’îd) isminde dört oğlu vardı. Faysal ölünce, büyük oğlu Abdüllah, Necd emîri yapıldı. Kardeşi Sü’ûd, Bahreyn adasından topladığı kimselerle birlikte 1288 [m. 1871] de isyân etti. Abdüllah, küçük kardeşi Muhammed Sa’îdi, Sü’ûdün üzerine gönderdi. Muhârebede Sa’îdin askeri dağıldı. Sü’ûd, bütün Necd şehirlerini ele geçirmek hulyâsına kapıldı ise de, Abdüllah, Osmanlı devletinin bir emîri olduğu için, altıncı ordu kumandanlarından ferîk [tümgeneral] Nâfiz pâşa, Sü’ûdün üzerine gönderildi. Sü’ûd ile yanındaki bütün çeteciler 1291 [m. 1874] de yok edildi. Necd ülkesi rahata ve huzura kavuştu. Bütün müslümanlar halîfe-i müslimîne hayrlı duâ ettiler. 1306 [m. 1888] dan sonra, Muhammed ibn-ür-Reşîd, Necdi ele geçirdi. Abdüllahı esîr eyledi.

Yemeni elde ettikleri zaman, Tâif ile San’a şehirleri arasında (Sevvat) dağları üzerinde yaşıyan bir milyona yakın Asîrli vahşîleri dahî vehhâbî yapmışlardı. Muhammed Ali pâşa, eşkiyânın kökünü temizledikten sonra, bu dağlardaki temizliği sonraya bırakmıştı. Binikiyüzaltmışüç (1263) de Sultan Abdülmecîd hân zamanında buralar da Osmanlıların idaresi ve kontrolu altına alındı.

Asîrlilerin, kendilerinin seçtikleri emîrleri ve Osmanlıların tâyîn ettiği vâlîleri vardı. Yumuşak davranan vâlîlere isyân ederler, kendi emîrlerine itaat etmenin ibâdet olduğuna inanırlardı. Vâlî Kurd Mahmûd pâşa zamanında isyân ederek, Yemendeki Hudeyde şehrine bile saldırmışlar, öldürücü sâm rüzgârı eserek telef olmuşlardı. Binikiyüzseksenyedi (1287) de de, isyân edip, Hudeyde şehrine saldırdılar ise de, şehirde bulunan az sayıdaki Osmanlı askerleri kahramanca çarpıştıklarından, şehre giremediler. Bunun üzerine, Redîf pâşanın kumandasında bir tümen asker gönderildi. Redîf pâşanın ve Osmanlı kurmaylarının güzel plânları ve idareleri ile sarp dağlardaki eşkiyâ yuvaları birer birer ele geçirildi. Fitne ve isyân ocakları temizlendi. Redîf pâşanın hastalanması üzerine, Yemen çöllerindeki ve Asîr dağlarındaki vahşîlerin kalkındırılması, islâm bilgilerinin ve ahlâkının oralara yerleştirilmesi için, Gâzî Ahmed Muhtâr pâşa gönderildi.

Arabistân yarımadası, Mısr fatihi ve ilk Türk halîfesi yavuz sultan Selîm hânın zamanı olan 923 [m. 1517] senesinden beri Osmanlıların idaresinde kaldı. Şehirler tam bir huzur ve rahatlıkla idare edildi ise de, çöllerdeki ve dağlardaki göçebe, câhil olanlar, kendi şeyhlerinin ve emîrlerinin idaresi altında bırakılmışlardı. Bu emîrler, ara sıra isyân ederdi. Çoğu vehhâbî oldular. Halka saldırmaya, müslümanları soyup öldürmeye de başladılar. Hâcıların yollarını kesip, soyarlar ve öldürürlerdi.

1274 [m. 1858] de, İngilizler Hindistânda ihtilâl çıkararak, oradaki islâm devletini yıkarken, Ciddede de fitne çıkardılar ise de, Mekke vâlîsi Nâmık pâşanın siyâseti ile sulh yapıldı.

Binikiyüzyetmişyedi (1277) senesinde bütün bu âsî ve cânî emîrler Osmanlı devletinin itaati ve terbiyesi altına sokuldu.

(Mir’ât-ülharemeyn) kitabının yazıldığı 1306 [m. 1888] senesinde, Arabistân yarımadasında oniki milyon insan yaşadığı bildiriliyor. Çok zekî ve anlayışlı iseler de, çok câhil, soyguncu ve kan dökücüdürler. Sü’ûda tâbi olmaları, onların bu vahşetlerini daha da arttırmıştır.

Birinci cihân harbinde Osmanlılarla birlikte İngilizlere karşı harp eden emîr İbn-ür-Reşîdin büyük dedesi de İbn-ür-Reşîd idi. Bunun oğlu Ali, Medînenin şimâl şarkında bulunan Hâil şehrinde emîr idi. 1251 [m. 1835] de vefât etti. Yerine geçen oğlu Abdüllah el-Reşîd, onüç sene emîrlik yaptı. Bunun yerine geçen büyük oğlu Tallâla 1282 [m. 1866] de, İbn-üs-Sü’ûd Faysal zehirli şerbet içirip deli oldu. Tabanca ile intihâr etti. Yerine kardeşi Mu’teb, Hâil emîri oldu ise de, iki sene sonra, Bender bin Tallâl, amcası Mu’tebi öldürüp emîr oldu. Fakat bu da amcası Muhammed-el-Reşîd tarafından öldürüldü. Muhammed, Necdi ve Riyâdı ele geçirdi. Sü’ûd oğullarından emîr Abdüllah bin Faysalı esîr alıp Hâile götürdü. Abdüllah bin Faysalın kardeşi Abdürrahmân ve bunun oğlu Abdülazîz kaçarak Kuveyte sığındı. Muhammed-el-Reşîd 1315 [m. 1897] senesinde vefât etti. Yerine geçen birâderi oğlu Abdülazîz el-Reşîd zâlim olduğundan, vehhâbîliğin yeniden zuhûruna sebep oldu. Riyâd ve Kasîm ve Büreyde emîrleri, (El-Mühennâ) köyünde bulunan Abdülazîz ile anlaştılar. Abdülazîz bin Abdürrahmân bin Faysal oniki hecinli ile Kuveytten Riyâda geldi. 1319 [m. 1901] senesinde bir gece Riyâda girdi. Abdülazîz ibnür Reşîdin Riyâd vâlîsi olan Aclânı bir ziyâfette öldürdü. Zulümden yılmış olan halk, bunu emîr yaptı. Böylece, Sü’ûdî devleti Riyâdda kurulmuş oldu. Üç sene çeşidli muharebeler yapıldı. Abdülazîz ibn-ür-Reşîd öldürüldü. 1333 [m. 1915] de, Osmanlılar işe karışarak, Abdülazîz ibn-üs-Sü’ûd Riyâd kaymakamı olmak üzere sulh yapıldı. Sonra Reşîdîlerle, Sü’ûdîler arasında Kasîmde harp olup, Abdülazîz mağlup oldu. Riyâda çekildi.

17 Haziran 1336 [m. 1918] de Abdülazîz bin Abdürrahmân İngilizlerin teşvîki ile bir beyannâme neşretti. Mekkedeki şerif Hüseyn ve onunla birlikte olanlar kâfirdir. Bunlarla cihâd ediyorum diyerek Mekkeye ve Tâife saldırdı. Fakat, bu şehirleri şerif Hüseyn pâşadan alamadı. 1342 [m. 1924] de İngilizler, Mekke emîri şerif Hüseyn bin Ali pâşayı yakalayıp Kıbrısa götürdü. Pâşa 1349 [m. 1931] de, kapatıldığı otelde vefât etti. Abdülazîz bin Abdürrahmân, 1924 de Mekkeyi ve Tâifi rahatça ele geçirdi. Osmanlı devletinin idaresini ellerine geçirmiş olan İttihâdcılarla arası açılan Mekke emîri şerif Hüseyn pâşaya karşı Medîneyi muhâfaza eden Osmanlı askerleri, Mondros mütârekesine göre, 28 Şubat 1337 [m. 1919] da Hicâzdan ayrılmış, şerif Hüseyn pâşanın oğlu şerif Abdüllah da Medîneye yerleşmişti. Babası ölünce, İngilizler bunu da Medîneden çıkarıp Ammâna sürdü. 1365 [m. 1946] da Ürdün devletini kurdu ise de, 1370 [m. 1951] de Mescid-i aksâda namaz kılarken İngilizlerin kiralık kâtilleri tarafından öldürüldü. Yerine oğlu Tallâl geçti. Fakat, hasta olduğundan yerini oğlu Melik Hüseyne terk etti. Şerif Hüseyn pâşanın ikinci oğlu şerif Faysal, 1339 [m. 1921] da Irâk devletini kurdu. 1351 [m. 1933] de vefât etti. Yerine oğlu Gâzî geçti. Bu da, 1939 da, yirmibir yaşında ölünce, yerine oğlu İkinci Faysal Irâk meliki oldu. Fakat, 1958 Ağustosunun ondördüncü günü ihtilâlinde general Kâsım tarafından, yirmiüç yaşında iken öldürüldü. İkinci bir ihtilâlde Kâsım da öldürüldü. Irâk ve Süriye devletleri, çeşidli ihtilâller sonunda sosyalist (Ba’s) partisinin eline geçtiler ve Rusların kolonisi hâline geldiler.

Abdülazîz bin Abdürrahmân, Medîneye çok saldırdı. 1926 hücûmunda, Resûlullahın mübârek türbesini de bombaladı. Fakat, şehre giremedi. 1344 ve 9 Eylül 1926 da İstanbulda çıkan Son Saat Gazetesi, şu haberi vermişti:

MEDÎNE BOMBARDIMANI>>>>> Yazının devamını oku »

Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Tarih, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar | Etiketler: , | Leave a Comment »

Dört şey vardır ki, kadrini, kıymetini ancak dört kimse bilir.

Posted by Site - Yönetici Eylül 7, 2013

Dört şey vardır ki, kadrini, kıymetini ancak dört kimse bilir.

Herkes kabri üzerine çıkıp, bazısı çıplak, bazısı siyah, bazısı beyaz elbiseli, bazısı da nûr saçar bir hâlde oturur. Her biri başlarını eğmiş olarak, ne yapacağını bilmiyerek, bin sene kadar dururlar. Sonra magribden bir ateş zuhûr eder ki, onun gürültüsüyle halk mahşere sürülür. Bu zamanda her mahlûk dehşete düşer. İnsan olsun, cin olsun, vahşî hayvanlar olsun, her birini kendi ameli alıp, kalk mahşere git, der.

Ameli güzel olan kimsenin ameli eşek, bazısının da katır sûretinde görünür. Amel sahibini üzerine alıp mahşere götürür. Bazısının da, koç şeklinde görünür. Bazı kere amel sahibini üzerine alır götürür, bâzan da bırakır. Her müminin bir nûru olur ki, önünden ve sağ yanından, o zamanki karanlık içerisinde her tarafı aydınlatır.

Sol taraflarında nûr yoktur. Belki karanlıkta hiçbir kimse hiçbirşey göremez. O karanlıkta kâfirler hayrette kalır. Îmanlarında şek ve şüphe olan kimseler [ve bid’at sahibi olanlar, mezhepsizler] şaşırırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak doğru inanmış olan [Sünnî] müminler ise, onların zulmet ve tereddütlerine bakıp, Allahü teâlânın kendilerine hidâyet nûru verdiğine hamd ederler. Zîrâ, Cenâb-ı Hak, müminler için, azâb gören şakîlerin hâllerini ortaya koyar ki, bunda bazı faydalar vardır. Nitekim, Cennet ehli ve Cehennem ehli ne yapmışlarsa hepsi belli olur. Onun için, Allahü teâlâ meâlen, (Arkadaşına nazar etti. Onu Cehennem ateşinde gördü), buyurdu. A’râf sûresinin kırkyedinci âyetinde de meâlen: (Cehennem ehline baktıkları zaman, Cennet ehli: Ey Rabbimiz! Bizi zâlim kavmlerle berâber kılma derler) buyurdu. Zîrâ, dört şey vardır ki, kadrini, kıymetini ancak dört kimse bilir:

Hayatın kadrini ancak ölü bilir. Nîmetim kadrini azâb çeken bilir. Servetin kadrini fakir bilir. (Burada dördüncüsü yazılmamış. Fakat, Cennet ehlinin kadrini, Cehennem ehli bilir, demektir).

Bazısının nûru, iki ayağı üzerinde ve parmakları ucunda görünür. Bazısının nûru, bir parlar, bir söner. Bunların nûrları îmanları kadardır. Kabirlerinden kalktıkları vakit, hareketleri de, amelleri miktârıdır. Sahih olan bir hadis-i şerifte Peygamber efendimize (Yâ Resûlallah! Biz nasıl haşr olunuruz?) diye sorulunca, cevabında, (İki kişi bir deve üzerinde, beş kişi ve on kişi bir deve üzerinde haşr olunur) buyurdu.

Allahü teâlâ bilir, bu hadis-i şerifin mânası: (Bir kavm, islâmda birbirine yardım eder, dîni, îmanı, helâli, haramı birbirlerine öğretirlerse, Allahü teâlâ onlara rahmet eder. Onların amelinden deve yaratır da, onun üzerine binerler. Öylece haşr olunurlar) demektir. Bu ise, amelin zayıf olmasındandır. Çünkü bunların, kendi amelleri bir deve olamadığından, ancak bir kaçının ameli bir deve olmakta ve buna müşterek binmektedirler.

Bunlar şu insanlara benzerler ki, yolculuğa çıkmışlar. Fakat hiç kimsenin bir hayvan satın almaya vakti olmadığından, hayvan alıp gidecekleri yere gidemezler. Bunlardan iki veya üç kişi, bir hayvan satın alıp yolda ona müşterek binerler. Bu yolda bâzan bir deveye on kişi binerler. Bu âcizlik amellerindendir. Bunun mânası, malda elini kısmaktır. Yâni hasîs olmaktır. Bununla berâber, selâmete çıkarılırlar. Öyle ise, bir amel işle ki, o amel sebebiyle Allahü teâlâ sana binek hayvanını nasip etsin.

Şunu bilmelidir ki, bu kimseler âhıret ticâretinde fayda görüp, kâr edenlerdir. Bu takdîrde Allahü teâlâdan korkanlar,Allahü teâlânın dînini yayanlar, binicilerdir. Bunun için, Allahü teâlâ Meryem sûresinin seksenbeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâdan korkanlar, o gün, Rablerinin nîmetlerine müşterek olarak giderler) buyurdu.

Peygamberimiz birgün Eshâbına buyurdular ki: (Benî-İsrâilde bir kişi vardı. Çok hayr yapardı. Hattâ, o zat sizin içinizde haşr olunacaktır). Eshâb-ı kirâm dediler ki: (Yâ Resûlallah! Bu zat ne hayr yapardı?) Resûlullah buyurdu ki: (Ona babasından çok mal kalmıştı. Bununla, bir bostan satın alıp, onu fakirlere vakf etti. Rabbim huzuruna vardığım zaman, bu, benim bostanım olur dedi. Yine bir çok altın ayırıp, onu fakir ve zayıf kimselere verdi. Bununla da, cenâb-ı Haktan câriye ve köle satın alırım, dedi. Yine birçok köle âzâd etti. Bunlar dahî, Allahü teâlânın huzurunda benim hizmetçilerim olur, dedi. Birgün de, bir âmâya rast geldi. Gördü ki, bâzan yürür, bâzan düşer. Ona bir binecek hayvan satın alıp, bu da, Allahü teâlânın huzurunda benim binecek hayvanımdır dedi.)

Peygamber efendimiz bu hikâyeyi haber verdikten sonra da, (Nefsim, kudreti elinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, bu hayvan onun için eyerlenmiş ve gem vurulmuş hazır olduğunu görüyorum. Bu zat, ona biner de mahşere öylece gelir) buyurdu.

(Sırât-ı müstekîm üzre gidenle, gözleri âmâ olup yüzüstüne gittiği yolu bilmiyen müsâvi midir) meâlindeki Mülk sûresi yirmiikinci âyet-i kerimesinin tefsîrinde buyuruldu ki, Allahü teâlâ, kıyâmet günü için müminlerin haşr olunması ile, kâfirlerin haşrine, bu âyet-i kerimeyi misâl kıldı.

Nitekim Meryem sûresi seksenaltıncı âyet-i kerimesinde meâlen, (Kâfirleri yüzleri üzerine sürünerek, Cehenneme göndeririz) buyurdu. Bu mâna, bazı kere yürürler, bazı kere de sürünürler demektir. Çünkü, cenâb-ı Hak, başka bir âyet-i kerimede, (Yürürler) buyuruyor. Nûr sûresi yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Ve yaptıklarını dilleri, elleri ve ayakları haber verir) buyurdu. Bunun gibi, âyet-i kerimedeki (Kör olarak) mânası da, kâfirler, müminlerin önünde ve sağ yanında parlayan nûrdan mahrum olurlar demektir. Tamamen kör olurlar demek değildir. Yâni karanlıkta kalır, göremezler demektir. Çünkü, biliyoruz ki, kâfirler semaya bakarlar, bulut ile yarılmış olduğunu, meleklerin indiğini, dağların yürüdüğünü, yıldızların döküldüğünü görürler.

Kıyâmet gününün korkuları, meâli, (Bu Kur’an-ı kerim sihir midir? Yâhut siz onu göremiyorsunuz) olan Tûr sûresinin onbeşinci âyet-i kerimesinin tefsîridir. Bunun için, kıyâmette olan âmâlıktan murâd, karanlığa dalmaktır. Ve Allahü teâlânın cemâl-i ilâhîsini görmekten men olunmaktır. Çünkü, Allahü teâlânın nûru ile mahşer yeri aydınlanır. Hâlbuki, o zaman, onların gözlerine perde gelip bu nûrlardan birşey görmezler.

Allahü teâlâ, onların kulaklarına da perde çeker. Kelâmullahı işitmezler. Hâlbuki melekler, meâl-i şerifi, (Şimdi sizin üzerinize korku yoktur. Siz mahzûn dahî olmazsınız. Siz ve zevceleriniz, Cennete sevincle dahil oldunuz) olan A’raf sûresi kırkdokuzuncu ve Zuhruf sûresinin yetmişinci âyetleri ile nidâ ederler. Müminler bunu işitir, kâfirler işitmezler.

Kâfirler konuşmaktan da men olunur. Onlar dilsiz gibidirler. Bu da, Allahü teâlânın meâli, (Bu bir zamandır ki, onlar söylemezler ve söylemeye izin dahî verilmez) olan, Mürselât sûresinin otuzbeş ve otuzaltıncı âyet-i kerimelerinden anlaşılmaktadır.

İnsanlar dünyadaki işlerine göre haşr olunur. Bazıları çalgı çalmakla ve dinlemekle meşgûl olmuştur. [Her çalgı kastolunmaktadır. İbâdetleri, Kur’an-ı kerim ve zikir okumağı, çalgı ile yapmak da buna dahildir. Çünkü hiçbir çalgıda Allahü teâlânın rızası yoktur.] Hayatlarında çalgı çalmaya ve dinlemeye devam edenler, kabrinden kalktığı vakit, sağ eliyle onu alır ve atar. O çalgıya der ki, (Lânet olsun sana! Beni Allahü teâlânın zikrinden meşgûl ettin!). O çalgı ona geri gelir. Der ki, (Allahü teâlâ, aramızda hükm edinceye kadar, ben senin arkadaşınım. O vakte kadar ayrılamam). Böylece dünyada alkollü içki içenler, sarhoş olarak haşr olunur. Başları, kolları, bacakları açık olarak sokağa çıkan kadınlar, kızlar, buralarından kanlar, irinler akarak haşr olunur. Zurnacı zurna çalarak haşr olunur. Her kimse, böyle Allahü teâlânın yolundan ayrılırsa, o hâl üzere haşr olunur.

Sahih olan hadis-i şerifte rivayet olundu ki: (Şarap içen kimse, ateşten şarap kabı boynuna asılmış ve kadehi elinde olarak yeryüzündeki leşlerin hepsinden daha fena koktuğu ve yeryüzündeki eşyanın hepsi ona lânet ettiği hâlde haşr olunur).

Zulmedilerek ölenler, zulüm olundukları üzre haşr olunurlar. Sahih olan hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allah yolunda öldürülüp, şehit olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının kanı akarak gelirler. Rengi kan ve kokusu misk kokusu gibi olur. Huzur-ı Mevlâya haşr oluncaya kadar, bu hâl üzre bulunurlar.)

Bu zamanda melekler, onları, fırka fırka, cemaat cemaat sevk ederler. Herbirinin altında, kendilerine zulmedenler bulunarak haşr olunurlar. İnsan, cin ve şeytan ve yırtıcı hayvanlar ve kuşlar, bir yerde toplanırlar. O zaman yeryüzü düz beyaz, gümüş gibi düz olur.

Melekler, yeryüzündeki bütün canlıların etrâfında bir halka olmuşlardır. Yeryüzünde bulunanlardan on kattan ziyâdedir.

Bundan sonra, Allahü teâlâ, ikinci kat gök meleklerine emreder ki, birinci kat gök meleklerini ve mahlûkatı çevirirler. Bunlar da, hepsinin yirmi mislinden ziyâdedir.

Sonra, üçüncü kat melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin otuz mislinden ziyâdedir.

Sonra dördüncü kat melekleri, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin kırk mislinden ziyâdedir.

Sonra, beşinci kat göğün melekleri nâzil olup, bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin elli mislinden ziyâdedir.

Daha sonra, altıncı kat gök melekleri nâzil olup, hepsinin etrâfını bir halka olarak çevirirler. Bunlar da hepsinin altmış mislinden ziyâdedirler.

En sonra, yedinci kat gök melekleri nâzil olup, bir halka olarak hepsini çevirirler ki, bunlar cümlesinin yetmiş mislinden ziyâdedirler.

Bu zamanda, halk birbirine karma karışık olur. İzdihâmın çok olmasından birbirlerinin ayaklarına basarlar. Herkes, günahına göre, tere gark olur. Bazısı, kulaklarına kadar, bazısı boğazına kadar, bazısı göğsüne kadar, bazısı omuzlarına kadar, bazısı dizlerine kadar, hamamdaki gibi bir tere gark olunmuşlardır. Bazı kimseler de vardır, susuz olan kimse, su içtiği vakit, nasıl terlerse, o kadar az terler.

(Eshâb-ı rey) ki, onlar minber sahibi olanlardır. (Eshâb-ı rışh), terliyenlerdir. (Eshâb-ı ka’beyn), [yâni topuklarına kadar terliyenler] suda boğularak vefât edenlerdir. Melekler bunlara: (Sizin için şimdi korku ve hüzn yoktur) diye nidâ ederler.

Bazı Ârifler bana haber verdi ki, bunlar (Evvâbûn)durlar. (Fudayl bin İyâd) ve gayrıları bunlardandır. [Fudayl 187 [m. 803] de Mekkede vefât etti.] Çünkü, Peygamberimiz (Günahından tevbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibidir) buyururdu. Bu hadis-i şerif mutlaktır. Yâni bir şarta bağlı değildir. Bu üç sınıf, yâni (ehl-i rey, ehl-i rışh, ehl-i ka’b), (O gün bazılarının yüzleri ak, bazılarının ise siyah olur) meâlindeki Âl-i İmrân sûresinin yüzaltıncı âyet-i kerimesince, yüzleri beyaz olanlardır. Bunlardan gayrisinin yüzleri siyah olur. Nasıl ızdırâb ve terlemek olmasın ki, güneş başlarına yaklaşmıştır. Hattâ bir kimse elini uzatırsa yapışacağım zanneder. Güneşin harâreti şimdiki gibi değildir. Yetmiş kat kadardır. Bazı selef dedi ki: Eğer güneş, kıyâmette olduğu gibi, şimdi yer üzerine doğsa, elbette yeryüzünü yakar, taşları eritir ve ırmakları kuruturdu.

Bu zamanda, mahlûkat Arasât meydanında beyaz yerde, gayet şiddet ile sıkıntı çekerler. Bu beyaz yeri, Allahü teâlâ, meâl-i şerifi, (O gün, Vâhid ve Kahhâr olarak yeryüzünü başka şekle, gökleri de başka şekle çevirdiğim zamandır. O gün, herşey bana itaat eder) olan İbrâhîm sûresinin kırksekizinci âyetinde beyan buyurmuştur.

O zaman, yeryüzünde bulunanlar, çeşidli şekllerdedirler. Dünyada büyük görünenler, büyüklenenler, mahşerde zerre kadardır. Hadis-i şerifte kibrlilerin zerre gibi olacakları bildirilmiştir. Onlar hakîkaten zerre kadar küçük değildirler. Belki ayaklar altında kalıp çiğnendiklerinden, zelîl ve hakîr olmalarından, zerreler gibidir buyurulmuştur.

Bunların arasında bir kavm, tatlı ve soğuk sâf sular içerler. Zîrâ, sabî, küçük çocuk iken vefât eden mümin çocuklar, babalarının etrâfında, Cennet ırmaklarından doldurdukları kâselerle dönerler ve onlara su verirler.

Selef-i sâlihînden bazılarından rivayet olundu ki, bir zatın rü’yâsında kıyâmet kopmuş. O zat, mevkıfte gayet susuz olarak dururmuş. Küçük çocukların su dağıttığını görmüş. O zat buyurur ki:(Aman bana da bir yudum su verin). İçlerinden bir sabî dedi ki: (Bizim içimizde senin çocuğun var mıdır?) Ben hayır dedim. (Öyle ise Cennet şarapından sana nasip yoktur) dedi.

Bu hikâyede evlenme ve çocuk sahibi olmanın eftal olmasına işaret vardır. Su dağıtan çocukların şartları (İhyâ-ül-ulûm) kitabımızda anlatıldı.

Bir kısm insanlar da bulunur ki, başlarına yakın bir gölge gelmiş. Mahşerin harâretinden onları muhâfaza eder. Bu gölge ise, dünyada verdiği zekât ve sadakalardır.

Bu hâlde bin sene kadar dururlar. (İhyâ-ül-ulûm) kitabımızda anlatılan Müddessir sûresinde meâl-i şerifi, (Sûra üfürüldüğü zaman) olan âyet-i kerimeyi işitince bu hâlde dururlar. Bu âyet-i kerime Kur’an-ı kerimin sırlarındandır.

Sûra üfürmenin dehşetinden tüyler titrer, gözler nereye bakacağını şaşırır ve mümin ve kâfirler sevk olunurlar. Bu kıyâmet gününün şiddetini ziyâdeleştiren bir azâbdır.

Bu vakit, Arşı sekiz melek yüklenip götürür. Onlardan bir melek bir adımında, yirmibin senelik dünya yolunu yürür.

Melekler ve bulutlar, Arş-ı âlâ karar edinceye kadar, akılların anlayamıyacağı tesbîhler ile tesbîh ederler. Bu şekilde, Arş-ı âlâ, Allahü teâlâ kendisi için halk eylediği beyaz arzın üzerinde karar kılar. Bu zaman, hiçbirşeyin tâkat getiremiyeceği, Allahü teâlânın azâbından, başlar aşağı eğilir. Cümle halk sıkıntı içinde mahbûs ve şaşkın kalıp, şefkat ararlar. Peygamberlere ve âlimlere korku gelir. Evliyâ ve şehitler hiç tâkat getirilemiyecek olan Allahü teâlânın azâbından feryâd ederler. Bunlar, bu hâl üzereyken, güneşin nûrundan çok daha fazla olan bir nûr bunları içine alır. Zaten güneşin harâretine tâkat getiremiyen kimseler, bunu müşâhede ettikleri gibi, karma karışık olurlar. Bin sene de, bu hâl üzere kalırlar. Allahü teâlâ tarafından kendilerine bir şey söylenmez.

Bu vakit insanlar, ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâma giderler. (Ey insanların babası! Hâlimiz pek fenadır). Kâfirler ise: (Yâ Rab! Bize merhamet et. Bizi şu şiddet ve meşakkatten kurtar), derler.

İnsanlar Âdem aleyhisselâma derler ki, (Yâ Âdem! Sen azîz ve şerif bir Peygambersin ki, Allahü teâlâ seni yarattı. Melekleri sana secde ettirdi. Sana kendi ruhundan üfledi. Kaza ve hesaba başlaması için bize şefaat eyle ki, Allahü teâlâ ne murâd ederse, onunla mahkûm olalım. Ve nereye emrederse, herkes oraya gitsin. Herşeyin hâkimi ve mâliki olan Allahü teâlâ, mahlûklarına dilediğini yapsın) diye yalvarırlar.

Âdem buyurur ki: (Ben Allahü teâlânın yasak ettiği ağacın meyvesinden yidim. Bu zamanda Allahü teâlâdan utanırım. Fakat siz, Resûllerin ilki olan Nuha gidiniz). Bunun üzerine bin sene aralarında meşveret ederek dururlar.

Sonra Nuha giderler de: (Sen Resûllerin ilkisin. Hiç dayanılmayacak bir hâldeyiz. Bizim muhâkememizin çabuk yapılması için bize şefaat eyle! Şu mahşer cezâsından kurtulalım) diye yalvarırlar. Nuh onlara cevap olarak: (Ben Allahü teâlâya duâ eyledim. Yeryüzünde ne kadar insan varsa, o duâ sebebiyle boğuldu. Bunun için, Allahü teâlâdan utanırım. Fakat siz, İbrâhîma gidiniz ki, o Halîlullahdır. Allahü teâlâ Hac sûresinin son âyetinde meâlen, (İbrâhîm siz dünyaya gelmezden evvel, size müslüman diye ism verdi) buyurdu. Belki o size şefaat eder) der.

Yine evvelki gibi aralarında bin sene daha konuşurlar. Sonra, İbrâhîma gelirler. (Ey müslümanların babası! Sen o zâtsın ki, Allahü teâlâ, seni kendine halîl, dost eyledi. Bize şefaat eyle! Allahü teâlâ, mahlûkat arasında, hükmünü versin) derler. İbrâhîmonlara: (Ben dünyada üç kere kinâye söyledim. Bunları söyliyerek din yolunda mücâdele ettim. Şimdi Allahü teâlâdan bu makamda şefaat izni istemekten utanırım. Siz Mûsâa gidiniz. Zîrâ, Allahü teâlâ onunla konuştu ve kendisine mânevi yakınlık gösterdi. O, sizin için şefaat eder) buyurur. Bunun üzerine yine bin sene durarak birbirleriyle istişâre ederler. Fakat bu zamanda hâlleri gayet güçleşir. Mahşer yeri ise, çok daralır. Sonra Mûsâa gelip, derler ki: (Yâ ibni İmrân! Sen o zâtsın ki, Allahü teâlâ seninle konuştu. Sana Tevrâtı indirdi. Hesabın başlaması için bize şefaat eyle! Zîrâ burada durmamız çok uzadı. İzdihâm pek ziyâdeleşti. Ayaklar birbirleri üzerine birikti). Mûsâ onlara der ki: (Ben, Allahü teâlâya, âl-i Fir’avnın senelerce hoşlanmıyacakları şeylerle cezâlandırılması için duâ ettim. Sonra gelenlere ibret olmalarını ricâ eyledim. Şimdi şefaat etmeye utanırım. Fakat, Cenâb-ı Hak rahmet, mağfiret sahibidir. Siz Îsâa gidiniz. Çünkü yakîn cihetiyle Resûllerin en esahhı, marifet ve zühd cihetinden, en eftali ve hikmet cihetinden en üstünüdür. Size O şefaat eder) buyurur. Bunlar, aralarında bin sene müşâvere ederler. Hâlbuki, onların sıkıntıları daha ziyâde olur.

Sonra Îsâa gelirler. Derler ki: (Sen Allahü teâlânın ruhu ve kelimesisin, Allahü teâlâ senin için Âl-i İmrân sûresinin kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Dünyada ve âhırette “Vecîh” yâni çok kıymetli) buyurdu. Bize Rabbinden şefaat eyle!) Îsâ buyurur ki: (Benim kavmim, beni ve annemi Allahdan başka ilâh ittihâz eylediler. Nasıl şefaat ederim ki, bana da ibâdet ettiler. Ve bana oğul ve Allahü teâlâya baba ismini verdiler. Fakat, siz gördünüz mü ki, birinizin kesesi olsun da, içinde nafakası olmasın. Ve ağzı da mühürlü olsun. O mührü bozmadan o nafakaya vâsıl olsun. Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusu Muhammede gidiniz. Zîrâ O, dâvetini ve şefaatini ümmeti için hazırladı. Çünkü, kavmi Ona çok kere ezâ ettiler. Mübârek alnını yardılar. Mübârek dişini kırdılar. Kendisine delilik isnâd ettiler. Hâlbuki, o yüce Peygamber onların iftihâr cihetinden en iyisi ve şeref cihetinden en yükseği idi. Onların tehammül olunmıyacak ezâ ve cefâlarına mukâbil, Yûsüfın kardeşlerine söylediği, (Şimdi sizin, başınıza kakmak yoktur. Erhamürrâhimîn olan Cenâb-ı Allah, size mağfiret eder) meâlindeki âyet-i kerime ile cevap verirdi. Îsâ, Peygamberimizin fazîletlerini anlatır, hepsi Muhammeda bir an evvel kavuşmak ister.

Hemen Muhammedın minberine gelirler. Derler ki: (Sen Habîbullahsın! Habîb ise, vâsıtaların en faydalısıdır. Bize Rabbinden şefaat eyle! Zîrâ, Peygamberlerin birincisi olan Âdema gittik. Bizi Nuha gönderdi. Nuha gittik. İbrâhîma gönderdi. İbrâhîma gittik. Mûsâ aleyhisselâma gönderdi. Musâ aleyhisselâma gittik. Îsâa gönderdi. Îsâ ise, size gönderdi. Yâ Resûlallah ! Senden sonra gidecek bir yer yoktur).

Resûlullah efendimiz: (Allahü teâlâ izin verir ve râzı olursa, şefaat ederim) buyurur.

(Surâdikât-i celâl), yâni celâl perdesine varır. Allahü teâlâdan şefaat için izin ister. Kendisine izin verilir. Perdeler kalkar. Arş-ı âlâya girer. Secdeye kapanır. Bin sene secdede durur. Bundan sonra, cenâb-ı Hakkı bir hamd ile hamd eder ki, âlem yaratıldığından beri, hiç kimse, Allahü teâlâyı böyle medh etmemiştir.

Bazı ârifler dedi ki: (Allahü teâlâ âlemleri yaratınca kendisini böyle hamdler ile medh ve senâ buyurmuştu). Arş-ı âlâ, Cenâb-ı Hakka tâzîmen hareket etmektedir. Bu müddet içinde hâlleri pek ziyâde kötüleşir. Meşakkat ve zahmetleri artar. İnsanlardan her biri, dünyada sımsıkı sakladıkları malı boyunlarına geçirmişlerdir. Deve zekâtını vermiyenlerin, boynuna deve yüklenir. Öyle bağırır ve ağırlaşır ki, büyük dağlar gibi olur. Sığır, koyun zekâtı vermiyenler de, böyle olur. Bunların feryâdları âdetâ gök gürlemesi gibidir.

Ekin zekâtını, yâni uşrunu vermiyenlerin boynuna ekin denkleri yüklenir ki, dünyada hangi cins ekinin zekâtını vermemiş ise, o nev’den, o denkler dolmuştur. Eğer buğday ise, buğday, arpa ise arpa dolmuştur ki, ağırlığından altında “vâveylâ”, “vâseburâ” diye bağırır. [Veylazâb kelimesidir. İnsan azâba tâkat getiremediği vakit, böyle bağırır. “Sebûr” da helâk zamanında kullanılır.] Altın, gümüş ve [kâğıd] para ve sâir ticâret malı zekâtından vermeyenler de, dehşetli bir yılanı yüklenir ki, o yılanın başında yalnız iki örgüsü vardır. Kuyruğu burnuna girmiştir. Boynu ile halkalanmış, boynu üzerinde yüklenmiş, hattâ değirmen taşlarını yüklenmiş kadar ağırlığı vardır. Bağırırlar, bu nedir, derler. Melekler onlara: (Bunlar, dünyada zekâtını vermediğiniz mallarınızdır) derler. İşte bu dehşetli hâl, Âl-i İmrân sûresinin meâl-i şerifi, (Dünyada esirgedikleri, kıyâmet günü boyunlarına takılır) olan, yüzsekseninci âyet-i kerimesi ile bildirilmiştir.

Diğer bir fırka ise, avret yerleri gayet büyümüş, cerahat ve irin akar. Onların fena kokusundan etrâfta bulunanlar çok rahatsız olur. Bunlar, zinâ yapanlar ve başları, saçları, kolları, bacakları açık sokağa çıkan kadınlardır.

Diğer bir fırka da vardır ki, ağaç dallarına asılırlar. Bunlar dünyada livâta yapanlardır.

Diğer bir fırkası da, dilleri ağızlarından çıkmış ve göğüslerine sarkmış, gayet çirkin bir hâldedirler ki, insan görmek istemez. Bunlar yalan ve iftirâ söyliyenlerdir.

Bir fırka dahî, karınları yüksek dağlar kadar büyümüş olduğu hâlde bulunur. Bunlar, dünyada zarûret olmadan ve muâmele yapmadan fâizli mal ve para alıp verenlerdir. Bu gibi haram işliyenlerin günahları, fena hâlde açığa vurulur.

Kaynak : Kurani Kerim’de Kiyamet ve Ahiret – Imam Gazali

Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Kabir Hakkında Herşey, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar, İmam-ı Gazali | Etiketler: | Leave a Comment »

Arasât meydanı – Mahşer yeri.

Posted by Site - Yönetici Eylül 4, 2013

allahallah

Arasât meydanı – Mahşer yeri.

(Arasât meydanı)na (mevkıf) ve (mahşer yeri) de denir. Burada bulunanların nasıl dâvet edileceklerini âlimlerimiz başka başka söyledi. Tefsîrlerde anlatıldığı gibi, sahih hadislerde de bildirilmiştir. Allahü teâlânın en önce hükm edeceği, kâtillerdir. Ve en önce ecrlerini vereceği kimseler de îmanı doğru olan âmâlardır. Evet! Bir münâdî nidâ eder ki: (Dünyada görmekten men olunanlar nerededirler?) Onlara denilir ki: (Siz Allahü teâlânın cemâline bakmaya herkesten daha çok lâyıksınız). Bundan sonra cenâb-ı Hak, onlara hayâ muamelesi eder de (Sağ tarafa gidiniz!) buyurur.

Bunlar için bir sancak bağlanıp Şu’aybın eline verilir. Şu’ayb onlara imam olur. Onlarla berâber, nûr meleklerinden, hesapsız melek vardır. Adedlerini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Onların yanına varırlar. Ve sırâtı yıldırım gibi geçerler. Sabrda ve hilmde onlardan herbiri, Abdüllah ibni Abbâs ve ona bu ümmet içinde, benzeyen kimseler gibidir. [Abdüllah 68 [m. 687] de Tâifte vefât etti.]

Bundan sonra (Belâlara sabr edenler nerededir?) diye nidâ olunur. Ve meczûmîn yâni cüzzâm denilen miskin hastaları ve sârî hastalıklara yakalanmış olanlar getirilir. Allahü teâlâ, onlara selâm verir. Onlar dahî sağ tarafa emrolunurlar. Onlar için de, yeşil bir sancak bağlanır. Eyyûbın eline verilir. Eshâb-ı yeminin imamı olur. Mübtelâ olanın sıfatı sabr ve hilmdir. Ukayl ibni Ebî Tâlib ve bu ümmetten Onun emsâli gibi olanlar böyledir.

Bundan sonra nidâ olunur ki: (İslâm düşmanlarının yalanlarına, iftirâlarına aldanmayıp, Ehl-i sünnet îtikatına sımsıkı sarılan ve bu doğru îmanını ve nâmusunu kemâl derecede muhâfaza eden îmanlı ve iffetli gençler nerededirler?) Bunlar da getirilir. Allahü teâlâ bunlara da selâm verip, merhabâ, der. Ve murâd buyurduğu kelâm ile iltifât eder. Bunlara dahî (Sağ tarafa gidiniz) buyurur. Bunlar için de, bir sancak bağlanıp Yûsüfın eline verilir. Yûsüf onların imamı olur. Böyle gençlerin sıfatı haramlardan, yabancı kadın ve kızlardan sakınmaktır. Râşid bin Süleymân ve bu ümmetten onun emsâli gibi olanlar böyledir.

Bundan sonra bir nidâ dahî çıkar ki: (Allahü teâlâ için birbirlerine muhabbet edenler ve müslümanları sevenler ve kâfirleri, mürtedleri sevmiyenler nerededir?) denir. Onlar dahî Allahü teâlânın huzuruna götürülür. Allahü teâlâ, onlara da merhabâ deyip, ne murâd buyurur ise, onunla iltifâta mazhar olurlar. Sağ tarafa gitmeye emrolunurlar. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmiyenlerin sıfatı da sabr ve hilmdir ki dünyevî sebeplerden dolayı müminlere ne darılırlar ve ne de kötülük ederler. Hz. Ali ve bu ümmetten Ona benzeyenler bunlardandır.

Bundan sonra, bir nidâ dahî çıkar ki: (Allahü teâlânın korkusundan haram işlemiyenler ve ağlayanlar nerededir?) denir. Onlar da götürülür. Bunların gözyaşları, şehitler kanı ve ulemânın mürekkebi ile tartılır. Gözyaşı ağır gelir. Bunların da sağ tarafa gitmesi emrolunur. Onlar için her renkle süslenmiş bir sancak bağlanır. Zîrâ bunlar, muhtelif haram işliyenlerin arasında bulunduğu, Allah rahîmdir, affeder diye aldatılmaya çalışıldığı hâlde, haram işlememişlerdi. Çeşidli günahlardan sakınarak Allahü teâlânın korkusundan ağlamışlardı. Meselâ, biri Allahü teâlânın korkusundan, biri dünyaya düşkün olmaktan ve öbürü pişmanlıktan ağlamıştı. Bunların sancakları Nuha verilir. Âlimler onların önlerine geçmek isterler. (Bunların ağlamalarının Allah için olmasını biz öğrettik) derler. Bir nidâ gelir ki: (Yâ Nuh, olduğun gibi dur!). Nuh hemen durur. O cemaat de Onunla berâber dururlar.

Ehl-i sünnet âlimlerinin mürekkebi ile şehitlerin kanı tartılır. Âlimlerin mürekkebi ağır gelip, sağ tarafa emrolunurlar. Şehitler için de safranlı bir sancak emrolunur. Yahyâın eline verilir. Yahyâ önlerinden gider. Âlimler önlerine geçmek istiyerek derler ki: (Şehitler bizim ilmimizden öğrenerek çarpıştılar. Biz onlardan ileri gitmeye daha ziyâde lâyıkız). Bu zamanda Allahü teâlâ lütfünü ortaya koyup, meâlen buyurur ki: (Âlimler benim yanımda Peygamberlerim gibidir). Âlimlere hitâben: (Dilediğiniz kimselere şefaat ediniz) buyurur. Âlimler, ehl-i beytine ve komşusuna ve mümin kardeşlerine ve talebelerinden kendilerine tâbi olanlara şefaat ederler.

Şöyle ki, âlimlerden her biri için bir meleğe nidâ ettirilir. Melek insanlara bağırır ki: (Filan âlime Allahü teâlâ şefaat etmekle emreyledi. Kim ki onun bir işini görüverdiyse, yâhut bir lokma yemek yidirdiyse, yâhut bir içim su verdiyse, yâhut kitaplarını yaydı ise, onlara şefaat edecektir) der. O âlime bir iyilik yapanlar, kitaplarını dağıtanlar kalkarlar. O âlim de, o kimselere şefaat eder.

Hadis-i şerifte bildirildi ki, en önce şefaat edenler Resûllerdir. Sonra Nebîler, sonra Âlimlerdir. Âlimler için bir beyaz sancak bağlanır. İbrâhîma verilir. İbrâhîm gizli marifetleri ortaya çıkarmak bakımından Resûllerin en ileride olanıdır. Bunun için sancak kendisine verilir.

Bundan sonra yine bir münâdî nidâ eder ki: (Nafakası için hergün çalışıp terliyen ve kazandığı ile kanaat eden fakirler nerededir?) denir. Fakirler de Allahü teâlânın huzuruna götürülür. Allahü teâlâ taltîf edip, (Merhabâ ey dünya kendileri için zindân olan kimseler) buyurur. Bunların da Eshâb-ı yemin (Cennet ehli) ile berâber olmaları emrolunur. Bunlar için de, bir sarı sancak bağlanıp, Îsâın eline verilir. Îsâ bunlara imam olur.

Bundan sonra yine bir münâdî nidâ eder ki: (Agniyâ yâni Şükreden, mallarını, paralarını, dînî kuvvetlendirmek, müslümanları zâlimlerden korumak için veren zenginler nerededir?) denir. Onlar da götürülür. Onlara ihsân ettiği şeyleri cenâb-ı Hak, beşyüz sene tâdâd ettirir. Yâni zenginlik ile ne yaptıklarının Hesabını sorar. Bunlar için dahî renklerle bir sancak bağlanıp Süleymâna verilir. Süleymân bunlara imam olur. Bunlara da, Eshâb-ı yemine ulaşmalarını emir buyurur.

Hadis-i şerifte bildirildi ki, dört şey, dört şeye şehâdet etmelerini taleb ederler. Malları ile, mevki’leri ile müslümanlara eziyyet edenlere nidâ olunur ki, (Sizi Allahü teâlâya ibâdetten ne mal meşgûl etti?). Onlar der ki: (Allahü teâlâ bize mülk ve rütbe verdi. Bizi onlar, Allahü teâlânın hakkını yerine getirmekten men eyledi). Yine onlara (Mal mülk cihetinden siz mi büyüksünüz, yoksa Süleymân mı büyüktür?) denir. Onlar (Süleymân büyüktür) derler. (Öyle ise, onu benim için ibâdet etmekten, o mal mülk men etmedi de sizi mi men etti) buyurur.

Bundan sonra, (Ehl-i belâ nerededir?) denilir. Onlar da getirilir. Onlara denilir ki: (Sizi Allahü teâlâya ibâdetten men eden şey nedir?) Onlar da derler ki: (Allühü teâlâ, bizi dünyada derdlere, sıkıntılara mübtelâ kıldı. Onun için zikrinden ve hakkıyle ibâdetten mahrum olduk). Onlara denilir ki:(Belâ cihetinden size gelen belâ mı, yoksa Eyyûba gelen belâ mı çok idi?). Onlar (Eyyûba gelen çok idi) derler. (Öyle ise, Onu Allahü teâlânın zikrinden ve Onun dînini kullarına yaymaktan ve hakkını ikâmeden belâ men etmedi de sizi mi etti) denir.

Bundan sonra (Gençler ve memlûkler yâni köle ve câriyeler nerededir?) derler. Onlar da, Allahü teâlânın huzuruna getirilir. Onlara denilir ki; (Sizi Allahü teâlâya ibâdetten men eden şey nedir?). Onlar da, (Allahü teâlâ bize cemâl ve güzellik verdi. Onunla aldandık, gençlik zevklerine daldık. Gençlik bizde hep kalacak sandık. Allahü teâlânın dînini öğrenmedik. Hakkını yerine getiremedik) derler. Memlûkler de (Kölelik ve câriyelik ve beylere kulluk ettik. Dünya büyüklerine tapındık. Din câhili kaldık. Aldandık. Yâ Rabbî, Senin hakkını yerine getirmekten mahrum olduk) derler. Onlara hitâben denilir ki; (Siz mi, yoksa Yûsüf mı daha güzel idi?) Onlar (Yûsüf idi) derler. (Öyle ise, Hz. Yûsüfü, kul itaatinde iken hakkullahı ikâme etmekten hiç birşey men etmedi de sizi mi etti) denir.

Bundan sonra (Çalışmıyan, tenbel, fukara nerededir?) diye nidâ olunur. Onlar da götürülür. Onlara da, (Sizi Allahü teâlâya kulluk vazîfesini yapmaktan men eden nedir?) denilir. Onlar (İş yapmadık. Sanat öğrenmedik. [Kahvelerde, sinemalarda, maçlarda vakit geçirdik.] Allahü teâlâ da, bizi dünyada fakirlik ile mübtelâ kıldı. Fakirlik ve tenbellik bizim kulluk vazîfemizi yapmamıza manî oldu) derler. Onlara hitâben, (Siz mi daha fakirdiniz, yoksa Îsâ mı?) diye suâl olunur. Onlar da (Îsâ bizden daha fakir idi) derler. (Öyle ise, o kadar fakirlik Onu kulluk vazîfelerini yapmaktan, din bilgilerini yaymaktan men etmedi de, sizi mi men etti?) denir.

Bir kimse bu dört şeyden birine yakalanırsa, bunların sahibini düşünsün! Peygamberimiz duâsında (Yâ Rabbî! Zenginlik ve fakirlik fitnesinden sana sığınıyorum) diye duâ ederdi.

Îsâdan ibret alınız ki, dünyada birşeye mâlik olmadı. Bir yün cübbeyi yirmi sene giydi. Seyâhati esnâsında, ancak bir bardak ve bir kara kilim ve bir tarağı vardı. Birgün, birinin, eli ile su içtiğini gördü. Bardağı attı. Birgün de, bir adamın eliyle sakalını tararken gördü. Tarağı da attı. Der ki, benim hayvanım ayağımdır. Evim mağaralardır. Yiyeceğim yerin otlarıdır. İçeceğim ırmakların sularıdır. [Hâlbuki, islâm dîni böyle değildir. Çalışıp helâl kazanmak ibâdettir. Çok çalışıp, çok kazanmak ve kazandığını, islâmiyetin emrettiği iyi yerlere vermek lâzımdır.

(Râmûz-ül-ehâdîs)de yazılı hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Eshâbım için, fakir olmak saadettir. Âhir zamanda gelecek olan ümmetim için, zengin olmak saadettir.) Şimdi âhir zamandayız. Günah işleyenlerin, fitne çıkaranların, ibâdetlere bid’at karıştıranların çoğaldığı bir zamandayız. Bu zamanda helâlı, haramı, bid’atleri ve küfre sebep olan şeyleri öğrenmek ve bunlara uymak ve helâl yoldan kazanarak zengin olmak büyük ibâdettir. Kazandığı ile fakirlere ve Ehl-i sünnet bilgilerini yayan müslümanlara yardım etmek büyük saadettir. Bu saadete kavuşanlara müjdeler olsun!]

Allahü teâlânın indirdiği bazı suhûflarda da bildirilmiştir ki, (Ey Âdem oğlu! Hastalık ve günah işlemek hayat hâllerindendir. Müte’ammiden [kin güderek] adam öldürmenin kefaretinden, hatâen öldürmenin kefareti ehven görülür, buna kısâs olunmaz ise de, bu da çok kötü iştir. Bundan da sakın!)

Büyük günahların sahibinin kalbinde îman varsa, azâbdan sonra şefaate kavuşur. Allahü teâlâ, onlara ikrâm eder. Binlerce sene geçtikten sonra, onları Cehennemden çıkarır. Hâlbuki, Cehennemdekilerin derileri yandıktan sonra, tekrar yaratılmaktadır. Hasen-i Basrî, (Keşke ben, böyle olan kişi olsaydım) buyururdu. Şüphe yoktur ki, Hasen-i Basrî âhiret hâllerini iyi bilen bir zâttır. [Hasen-i Basrî 110 [m. 728] de vefât etti.] Kıyâmet gününde, bir müslüman getirilir. Onun hiç hasenesi (iyiliği) yoktur ki, mîzânında ağır gelsin. Allahü teâlâ, onun îmanına hürmeten ona rahmet olarak buyurur ki: (İnsanlara git, sana hasene ve sevap verecek bir kimse ara. Onun ikrâmı sebebiyle Cennete giresin!). O kimse gider. İnsanlar arasında arzusuna kavuşturacak bir kimse arar. Hâlini anlatacak bir kimse bulamaz. Kime söyler ve sorarsa: (Benim de mîzânımın hafîf gelmesinden korkuyorum. Ben senden daha çok muhtacım) der. Bu hâline çok üzülür. Yanına bir kişi gelerek, (Ne istiyorsun?) der. Bu da, (Bir haseneye [sevaba] muhtacım. Onu belki bin kişiden istedim. Her biri behâne edip esirgediler) der. Bu kişi, ona der ki, (Allahü teâlânın huzuruna vardım. Sayfamda bir sevaptan başka sevap bulamadım. O da beni kurtarmaya yetmez. Onu sana hibe edeyim. Benden onu al!). O kimse, ferah ve sevinçli olarak gider. Allahü teâlâ, o kulun hâlini bildiği hâlde, (Nasıl geldin?) diye suâl eder. O kişi ile olan macerayı haber verir. O hasenesini veren kulu da Allahü teâlâ huzuruna çağırır. Buyurur ki: (Îman sahiplerine benim keremim, senin kereminden, ihsânından daha çoktur. Din kardeşinin elinden tut, Cennete gidiniz).

Mîzânın iki gözü berâber olup, sevap gözü ağır gelmezse, Allahü teâlâ buyurur ki: (Bu, ne Cennet ehlindendir, ne de Cehennem ehlindendir). Bunun üzerine, bir melek; bir sayfa getirip seyyiât [günah] kefesi üzerine kor ki, onda yalnız (üf) yazılmıştır. O göz hasene üzerine ağır basar. Çünkü (üf) lâfzı, anaya, babaya isyân kelimesidir. Kişi bununla, Cehenneme atılması emrolunur. O kişi ise, iki tarafa bakınır. Allahü teâlâ tarafından kendisinin çağrılmasını talep eder. Allahü teâlâ bunu çağırır. Ve der ki: (Ey âsî kul! Niçin seni çağırmamı istiyorsun?) O kul: (Yâ Rabbî! Anladım ki anama babama âsî olduğum için Cehenneme gideceğim. Onların azâbını bana ilâve buyur da, (Onları Cehennemden azâd et!) deyince, Allahü teâlâ buyurur ki: (Anana babana dünyada âsî oldun. Âhırette ikrâm ettin. Onların elinden yapış da, Cennete götür).

Cennete gönderilmiyenleri melekler yakalarlar. Çünkü melekler, âhıret ahkâmını çok iyi bilirler. Hattâ, âhıretten nasibi olmıyan bir kavme nidâ olunur ki, bunlar âhıretin odunudurlar. Cehennemi doldurmak için halk olundular. Onlara hitâben Allahü teâlâ Sâffât sûresi yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Onları durdurun, onlar suâl olunacaklardır) buyurur.

Bunlar habs olunurlar. Tâ ki, kendilerine, Sâffât sûresi yirmibeşinci âyet-i kerimesinde meâlen, (Size ne oldu ki, birbirinize yardım etmiyorsunuz?) buyuruluncaya kadar kalırlar. Böylece, teslim olurlar. Günahlarını itiraf ederler ve hepsi Cehenneme gönderilirler. Bu şekilde ümmet-i Muhammedin büyük günah işliyenleri getirilir. İhtiyâr, genç, erkek, kadın nerede ise hepsi bir araya toplanır. Cehennemin bekçisi olan (Mâlik) onlara baktığı vakit der ki: (Siz, eşkiyâ zümresindensiniz. Ammâ görüyorum ki, ne eliniz bağlanmış ve ne de yüzünüz kararmış. Sizden güzel kimse Cehenneme gelmedi). Onlar da (Yâ Mâlik! Biz Muhammed aleyhisselâmın ümmetiyiz. Lâkin işlediğimiz günahlar Cehenneme sürükledi. Bizi bırak da günahlarımıza ağlıyalım) derler. Mâlik onlara: (Ağlayınız! Fakat şimdi size ağlamak fayda vermez!) der.

Nice orta yaşlılar (derdlerim, sıkıntılarım arttı!) diyerek ağlarlar.

Bir ihtiyâr erkek ellerini beyaz sakalı üzerine koyup (Âh gençlik geçti. Elem, üzüntü arttı. Zelîl oldum, rezil oldum!) diye ağlar.

Nice delikanlılar (Âh gençliği elden kaçırdım! Yâni gençliğimin kıymetini bilmedim!) diye ağlarlar.

Nice kadınlar, saçlarından tutup (Eyvâh! Yüzüm kara oldu, rezil oldum!) diye ağlarlar.

Allahü teâlâ tarafından (Yâ Mâlik! Bunları birinci Cehenneme koy) diye nidâ gelir. Cehennem bunları içine alırken, (Lâ ilâhe illallah) diye bağırışırlar. Cehennem bu sözü işitince, bunlardan beşyüz senelik öteye kaçar. [Bir şeyin çok olduğunu bildirmek için, bunu büyük rakamla bildirmenin Arabistânda âdet olduğu (İbni Âbidîn)in (El-hazer vel-ibâha) kısmında yazılıdır. Yâni büyük rakamlar, miktârı değil, çokluğu bildirirler.] [Muhammed ibni Âbidîn 1252 [m. 1836] da Şâmda vefât etti.] Yine bir nidâ gelir ki: (Ey Cehennem! Bunları içine al! Yâ Mâlik! Bunları birinci Cehenneme koy!) Bu zaman gök gürültüsü gibi, bir gürültü işitilir. Cehennem bunların kalblerini yakmak isteyince, Mâlik, Cehennemi men eder. (Ey Cehennem, kendisinde Kur’an-ı kerim olan ve îman kabı olan kalbi yakma! Rahmân olan Allahü teâlâya secde eden alınları yakma!) der. Bu hâl üzre, Cehenneme atılır. Görülür ki, bir kişinin feryâdı Cehennem ehlinin seslerinden daha çoktur. Bunu Cehennemden çıkarırlar. Hâlbuki, derisi yanmış. Allahü teâlâ ona: (Sana ne oldu ki, Cehennem ehlinin en çok bağıranı sensin?) buyurur. O kişi der ki: (Yâ Rabbî! Beni hesaba çektin. Senin rahmetinden daha Ümidimi kesmedim. Bilirim ki, sen beni işitirsin. Onun için çok bağırdım) der. Allahü teâlâ, meâl-i şerifi, (Bir kimse Allahü teâlânın rahmetinden Ümidini keserse, o kimse ehl-i dalâlettir) olan Hicr sûresinin ellialtıncı âyet-i kerimesi ile hitâb buyurup, (Git seni mağfiret ettim) der.

Yine bir kişi Cehennemden çıkar. Allahü teâlâ: (Ey kulum, Cehennemden çıktın. Hangi amelinle Cennete gireceksin?) diye suâl eder. O kul: (Yâ Rabbî! Ben âcizim, azıcık şeyden başka bir şey istemem) der. O kimse için Cennetten bir ağaç gösterilir. Allahü teâlâ: (Gördüğün şu ağacı sana versem, başkasını ister misin?) buyurur. O kul; (Yâ Rabbî! İzzetin ve celâlin hakkı için, başkasını istemem) der. Allahü teâlâ (Bu sana benden hibe olsun!) buyurur. O ağacın meyvesinden yiyip gölgesinde gölgelendikten sonra, ondan daha güzel başka bir ağaç gösterilir. O kimse, o ağaca çokca bakar. Allahü teâlâ: (Sana ne oldu? Ona da mı muhabbet ettin?) buyurur. O kul, (Evet yâ Rabbî) der. Allahü teâlâ: (Sana onu da versem, başkasını istemez misin?) buyurur. (İstemem yâ Rabbî) der. O ağacın meyvesinden yir. Gölgesinde gölgelenir. Ondan daha güzel bir ağaç gösterilir. Bu kimse, ona da bakakalır. Cenâb-ı Hak ona hitâben: (Bunu da sana versem, başkasını istemez misin?) buyurur. (İzzetin hakkı için, istemem yâ Rabbî) der. O zaman, Cenâb-ı Hak, râzı olup, o mümin kimseyi, affbuyurur. Cennete idhâl eder.

Âhıretin şaşılacak işlerindendir ki, bir kişi de Allahü teâlânın huzuruna götürülür. Allahü teâlâ, onu hesaba çeker. Hasenât ve seyyiâti tartılır. O kimse, herhâlde bilir ki, Allahü teâlâ, o zaman, o kimsenin hesabından başka bir şeyle meşgûl olmadı. Fakat öyle değil. Belki o anda milyonlarca, sayısını Allahü teâlâdan başka kimse bilemiyeceği miktârda kimselerin hesabına bakıldı. Onların her biri zanneder ki, hesap, o anda ancak ona mahsûstur.

Orada bazısı bazısını görmez. Birisi diğerinin kelâmını işitmez. Belki, her biri, Cenâb-ı Hakkın perdeleri altındadır. Sübhânallah ki, ne kuvvet ve ne büyük kudrettir. İşte bu Lokman sûresinin yirmisekizinci âyetinin, (Sizin dünyada ve sonra âhırette yaratılmanız bir nefes alacak kadar zamandadır) meâl-i şerifi ile bildirilen zamandır. Cenâb-ı Hakkın bu kavlinde sırlar vardır ki, o zamansız ve mekânsız olmak sırrıdır. Çünkü, Allahü teâlânın mülkü için, ef’âli ve işleri için had ve gaye yoktur. Fe-subhânallah ki, fiillerinden hiçbiri başka işleri yapmasına mani olmaz.

İşte bu zamanda, kişi oğluna gelir ve: (Ey oğul! Ben sana elbiseler giydirdim ki, sen kendin elbise giymeye kâdir değildin. Seni doyurdum ve su verdim ki, bunlardan elbette sen âciz idin ve çocukluğunda seni muhâfaza eyledim ki, sen kendine zarar veren şeyleri def’ etmeye ve fayda veren şeyi istemeye kâdir değildin. Nice meyveleri benden istedin. Satın alıp sana getirdim. Sana dînini, îmanını öğrettim. Seni Kur’an-ı kerim hocasına gönderdim. Lâkin, işte kıyâmetin şiddetini görüyorsun. Günahımın çokluğunu da biliyorsun. Bir miktârını üzerine al! Tâ ki, günahım azalsın. Bana bir iyilik, bir sevap ver ki, mîzânım onun sebebi ile ziyâde olsun) der. Oğlu ondan kaçar ve der ki: (O bir sevaba, ben senden daha çok muhtacım).

Böylece, evlat ile ana arasında bu muamele geçer, zevc ve zevce de birbirleriyle böyle konuşurlar. Kardeş kardeşle bu muameleyi yaparlar. İşte Allahü teâlâ hazretlerinin (Abese) sûresinin yirmidördüncü âyetinin, (O gün insân kardeşinden ve ana evladından kaçar) meâl-i şerifi bu hâli haber vermektedir.

Hadis-i şerifte buyuruldu ki, (İnsanlar kıyâmet günü çıplak haşr olunurlar). Âişe-i Sıddîka vâlidemiz, bunu işittikleri vakit, (Bazısı bazısına bakmazlar mı?) buyurdu. Peygamber efendimiz Abese sûresindeki, (Kıyâmet gününde herkesin hâli, kendisini diğerinin hâlinden ve durumundan uzaklaştırır) meâlindeki otuzyedinci âyet-i kerimeyi okuyuverdiler. Peygamberimiz bu hadis-i şerifi ile murâd buyurdular ki, kıyâmet gününün şiddeti ile meşakkati, insanların birbirlerine bakmalarına mani olur.

İnsanlar bu zamanda bir yerde toplanırlar. Onların üzerine siyah bir bulut gelir. O bulut insânlar üzerine (Suhûf-i müneşşere) yâni amel defterlerini yağdırır. Müminin sayfası, sanki gül yaprağı üzerine yazılmıştır. Kâfirlerin ise, sedir yaprağı üzerine yazılmış gibidir.

Sayfalar uçarak iner. Herkesin sağ veya sol tarafından gelir. Bu ise, ihtiyârî değildir. Nitekim, Cenâb-ı Hak, İsrâ sûresinin onüçüncü âyetinde meâlen, (Biz azîm-üş-şân insan için sayfası açılmış olarak kendisine vâsıl olan kitap göndeririz) buyurur.

Âlimlerden bazıları buyurur ki, Kevser Havzı Sırâtı geçtikten sonra getirilir. Bu ise, yanlıştır. Zîrâ Sırâtı geçen kimse, bir daha Havza gelmez.

Yetmişbin [yâni pek çok] kimse ki sıkıntılı hesaba çekilmeden Cennete girerler. Onlar için mîzân kurulmaz. Onlar sayfalar almazlar. Ancak onlara verilen sayfalar üzerinde, (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah. Bu filan ibni filanın Cennete girmesinin ve Cehennemden kurtulmasının berâtıdır) yazılıdır. Bir kulun günahları mağfiret olduğu vakit, bir melek onu Arasât meydanına götürür. Ve nidâ ederek: (Bu filan oğlu filandır. Allahü teâlâ, onun günahını affeyledi. Bir daha şakî olmıyacak, saadetle sa’îd oldu) der. O kimseye, bu makamdan ziyâde sevgili hiçbir makam olmaz.

Kıyâmet gününde, Resûller minberler üzerindedirler. Her bir Resûlün minberi, kendi mertebesi miktârıncadır. Ulemâ-i âmilîn, yâni Ehl-i sünnet îtikatında olan ve bildikleri ile amel eden âlimler dahî nûrdan kürsîler üzerinde olurlar. Allahü teâlânın dînini korumak ve yaymak için şehit olanlar ile sâlihler, yâni şeriata uymuş olanlar, Kur’an-ı kerimi hürmet ile ve tegannî etmeden okuyan hâfızlarla, ezanı sünnete uygun olarak okuyan müezzinler, toprağı miskten olan yerlerdedirler. Bunlar, ahkâm-ı islâmiyyeye tâbi olarak, iyi amel işledikleri için, kürsi sahibidirler ki, Âdem aleyhisselâmdan Fahr-i âlem efendimize kadar gelen bütün Peygamberlerden sonra kendilerine, şefaat izni verilecek olanlardandır.

Hadis-i şerifte bildirildi ki, (Kur’an-ı kerim kıyâmet gününde yüzü güzel ve ahlâkı güzel bir kimse sûretinde gelir. Kendisinden şefaat taleb olunur ve şefaat eder. Kendisini mûsikî ile [gazel okur gibi okuyanlardan ve çalgı ve oyun yerlerinde keyflenmek için okuyanlardan ve para kazanmak için] okuyanlardan davâcı olur. Böyle kimselerden hakkını ister. Râzı olduğu kimseleri alıp Cennete götürür).

Dünya [yâni ibâdet etmeye mani olan ve haram işlemeye sebep olan şeyler ve kimseler] da, ihtiyâr, ak saçlı ve kadınların en çirkini sûretinde görülür. İnsanlara denilir ki: (Siz bunu bilir misiniz?) Onlar: (Biz bundan Allahü teâlâya sığınırız) derler. (Siz dünyada buna kavuşmak için birbirinizle çekişirdiniz. Birbirinize de buğz ederdiniz) denilir.

Bu şekilde Cuma dahî sevimli bir insan sûretinde gösterilir. Müminler ona dikkat ile bakarlar. Cuma gününe kıymet verenleri misk ve kâfûr kumları üzerinde hıfz eder. Cuma namazı kılan müminler üzerinde nûr bulunur ki, herkes ona bakıp te’accüb ederler. Cuma gününe yaptıkları saygı sebebi ile Cennete götürülürler.

Ey müslüman kardeşim! Allahü teâlânın rahmetine ve Kur’an-ı kerimin ve islâmın ve Cumanın cömerdliğine bak ki, Kur’an-ı kerim ehli nasıl kıymetlidir. Namaz, oruç, zekât, sabr ve güzel ahlâktan ibâret olan islâmiyet ise ne kadar çok kıymetlidir.

Ölüm zamanında insanın çırpınmasından, sıkıntılı görünmesinden mâna çıkaran kimseye kıymet verilmez. Zîrâ yevm-i Hendekte Peygamber efendimizin (Ey, çürüyecek olan cesedlerin Rabbi ve yok olacak olan ruhların yaratıcısı olan Rabbim!) duâsı gösteriyor ki, Allahü teâlânın dilediği her ceset çürür. Ve ruhlar da, kıyâmet zamanı gelince, fena bulur. Bunların hepsinin yaratıcısı ve Rabbi Allahü teâlâdır. Bu anlatılanların hepsi, ayrı ayrı ilimlere muhtaçdır. Diğer kitaplarımızda bunları anlattık.

İmâm-ı Gazâlî burada âhıret hâllerini gayet kısa bir şekilde anlattığını haber veriyor. Diyor ki, biz bu kitapta, Ehl-i sünnetin tarîklerine müslümanlar sülûk etsin için, ihtisâr kasteyledik. İslâmiyetin aleyhine olan bid’atlere [mezhepsizlere, dinde reformculara] iltifât etme! Kur’an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden Ehl-i sünnet âlimlerinin çıkardıkları, anladıkları mânalara sarıl! Başkalarının, insan şeytanlarının uydurduğu bid’atlere aldanma! Onlardan sakın! Bu sebebden, müminleri, Ehl-i sünnet yoluna sarılanları müjdele!

Allahü teâlânın emni ve keremi ve ihsânı ile, ismet ve muvaffakiyyet isteriz. Âmîn ve hasbünallah ve ni’mel-vekîl ve sallallahü alâ Muhammedin ve âlihi vesahbihi ecma’în.

Kaynak : Kurani Kerim’de Kiyamet ve Ahiret – Imam Gazali

Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Kıyamet Alametleri, Mahşer, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar, İmam-ı Gazali | Etiketler: | Leave a Comment »

Yâ Rabbî! Bunları kendilerine şâhit kıl. Umulur ki, Cehennem ehli ameli işlemezler

Posted by Site - Yönetici Eylül 2, 2013

20120603_19y4237-copy

Yâ Rabbî! Bunları kendilerine şâhit kıl. Umulur ki, Cehennem ehli ameli işlemezler

Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, belini kudretiyle mesh buyurduğu zaman, ondan iki avuç aldı. Birisini sağ tarafından, diğerini ise sol tarafından aldı. Her insanın zerresini birbirinden ayırdı. Âdem aleyhisselâm onlara baktı ki, onların zerreler gibi olduğunu gördü. El-Vâkı’a sûresindeki bir âyet-i kerimede meâlen, (İşte bu sağdakiler Cennet ehlinin amelini yapacaklarından, Cennetlik olanlardır. Bana bunların amellerinden bir fayda ve zarar yoktur. Bu soldakiler Cehennem ehlinin amelini yapacaklarından, Cehennemlik olanlardır. Bana bunlardan da bir fayda ve bir zarar yoktur) buyuruldu.

Âdem Allahü teâlâya, (Yâ Rabbî! Cehennem ehlinin ameli nedir?) diye sordu. Allahü teâlâ da, (Bana şirk koşmak ve gönderdiğim Peygamberlere inanmamak ve ilâhî kitaplarımda (Peygamberlere verilen kitaplar) olan emir ve nehyimi tutmayıp, bana isyân etmektir) buyurdu.

Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm, Allahü teâlâya duâ ederek, (Yâ Rabbî! Bunları kendilerine şâhit kıl. Umulur ki, Cehennem ehli ameli işlemezler) dedi. Allahü teâlâ da, nefslerini şâhit yapıp (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) buyurdu. Hepsi, (Rabbimizsin. Biz şehâdet eyledik) dediler. Allahü teâlâ, melekleri ve Âdemi de şâhit tuttu ki, onlar Allahü teâlânın rubûbiyyetini ikrâr ettiler. Bu sözleşmeden sonra, onları tekrar eski mekânlarına gönderdi. Çünkü bunların hayatları yalnız ruhanî bir hayat idi. Cismânî bir hayat değildi. Allahü teâlâ bunları Âdem aleyhisselâmın sulbüne yerleştirdi. Ruhlarını kabz edip, arşın hazînelerinden birinde muhâfaza kıldı.

Bir babanın nutfesi ananın rahminde karar edip, çocuğun cismânî sûreti tamam olduğu zaman, henüz ölüdür. Melekûtî bir cevheri olduğundan, cesedin fenalaşması men edildi. Allahü teâlâ rahmde ölü olan bu çocuğa ruh vermeyi murâd buyurduğunda, arşın hazînelerinde bir müddet gizleyip muhâfaza buyurduğu ruhu, o cesede iâde eder. Çocuk o zaman hareket etmeye başlar. Çok çocuk vardır ki, anne karnında hareket eder. Vâlidesi bâzan işitir. Bâzan işitmez. Allahü teâlânın ruhlara, (Ben sizin rabbiniz değil miyim) diye sorduğu mîsâktan (sözleşmeden) sonraki ölüm yâni, ruhunu arşın hazînelerine göndermesi birinci ölüm ve şimdiki ana karnındaki hayat, ikinci hayattır.

Kaynak : Kurani Kerim’de Kiyamet ve Ahiret – Imam Gazali

Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar, İmam-ı Gazali | Etiketler: | Leave a Comment »

Allahü teâlâ, kıyâmetin kopmasını murâd buyurduğu vakit…..

Posted by Site - Yönetici Ağustos 27, 2013

Allahü teâlâ, kıyâmetin kopmasını murâd buyurduğu vakit…..

Allahü teâlâ, Sûr üfürüldükten sonra, kıyâmetin kopmasını murâd buyurduğu vakit, dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeye başlar. Denizlerin bazısı bazısına taşar. Güneşin nûru giderek simsiyâh olur. Dağlar toz hâline gelir. Âlemler birbirine girer. Yıldızlar, dizili incinin kopup dağıldığı gibi olur. Gökler gülyağı gibi erir ve değirmen döner gibi deverân eder ki, şiddetli bir şekilde hareket eder. Bazı kere toplanır, bazı kere de dümdüz olur. Allahü teâlâ, göklerin parça parça olmasını emreder. Yedi kat yerde ve yedi kat gökte ve kürsîde diri olarak kimse kalmaz. Her canlı vefât etmiş olur ve eğer ruhanî ise, ruhu gitmiş olur. Her türlü varlık ölür. Yerde taş taş üstünde kalmaz. Göklerde hiç canlı kalmaz.

Allahü teâlâ ilâhlık makamında tecellî buyurup, yedi kat gökleri sağ kudret eline ve yedi kat yeri sol kudret eline alıp der ki: (Ey alçak dünya! Senin içinde rablık davâsı edenler ve ahmakların rab tanıdıkları âcizler nerededir ve senin güzellik ve letâfetinle aldattığın ve âhıreti unutturduğun kimseler nerededir?) Bundan sonra kahr, yok edici kuvveti ve hikmeti ile iftihâr eder. Sonra, Mümin sûresinde bildirildiği gibi, meâlen, (Mülk kimindir) der. Hiç kimse cevap vermez. Kahhâr olan Allahü teâlâ kendi kendine meâlen, (Vâhid ve kahhâr olan cenâb-ı Allahındır) buyurur.

Bundan sonra evvelkinden daha büyük bir irâde ve kudret-i ilâhiyye açığa çıkar. Bu da, yedi kat gökleri bir kudret parmağına ve arzını bir kudret parmağına almasıdır. Sonra meâlen, (Ben azîmüşşân, Melik-ü deyyânım [Yâni kıyâmet gününün tek hâkimi ve sahibiyim]. Benim verdiğim rızkı yiyip de, bana ortak koşanlar ve benden gayrı, putlara ibâdet edenler nerededirler? Şol kimseler ki, benim verdiğim rızık ile kuvvetlenip de âsî olurlar. Cebbâr ve zâlimler nerededirler? Kibrlenen ve öğünenler nerededirler? Şimdi mülk kimindir?) buyurur. Buna cevap verecek kimse bulunmaz. Hak sübhânehu ve teâlâ, murâd ettiği bir zaman kadar bekler, sessizlik olur ki, o zaman, Arş-ı âlâdan makam-ı ehâdiyyete kadar düşünen ve görünen bir nefis yoktur. Zîrâ cenâb-ı Hak, hûrî ve gılmânın da Cennetlerinde ruhlarını kabz etmiştir.

Bundan sonra Allahü teâlâ, Cehennem derekelerinden, çukurlarından olan Sakardan bir kapı açar. Oradan ateş fışkırır. İşte bu ateş, her şeyi yaktığı gibi, ondört denizi kurutup, yeryüzünü kapkara eder ve gökleri sarı zeytinyağı yâhut erimiş bakır gibi bir hâle koyar. Sonra, ateşin şiddeti göklere yakın olduğu vakit, Allahü teâlâ öyle bir dehşet ile men eder ki, tamamen söner. Ateşten hiç eser kalmaz.

Bundan sonra, Allahü teâlâ hazretleri, Arş-ı âlânın hazînelerinden birini açar. Onda hayat denizi vardır. Bu deniz, Allahü teâlânın emri ile yer üzerine şiddetli yağmur yağdırır. Yağmur, o derece devam eder ki, yeryüzünü kaplayıp, kırk arşın kadar yukarı yükselir. O zaman, toprak olmuş olan insanlar ve hayvanlar, ot gibi biterler. Zîrâ, hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İnsan kuyruk sokumu kemiğinden yaratılmıştır. Sonra yine ondan yaratılacaktır). Diğer bir hadis-i şerifte, (Kişinin her yeri mahv olup çürür. Lâkin, kuyruk sokumu kemiği çürümez. İnsan ondan çıkmıştı. Yine ondan iâde olunur) buyuruldu. [Bu kuyruk sokumu kemiği omurganın son kemiğidir.] Nohut kadar bir kemiktir ki, içinde iliği olmaz.

Canlılar ve bütün parçaları, mezarlarında yeşil ot gibi biter. Hep o kemikten neşet ederler. Bazısı bazısına girmiş ağ örgüsü gibi dolanmış olur ki, birinin başı diğerinin omuzunda, öbürünün eli, diğerinin sırtında olarak insanın çokluğundan böyle girift olurlar. Allahü teâlâ Kaf sûresinin dördüncü âyetinde meâlen, (Hakîkaten biz biliriz ki, arz onlardan birini noksan etmez. Zîrâ, bizim indimizde mahfûz kitap vardır. Yâni biz yarattıklarımızın hepsini biliriz) buyurur.

Bu dirilmek hâli tamam olunca, hesap üzere, sabî, yine sabîdir. İhtiyâr, yine ihtiyârdır. Olgun yaşta olanlar, yine öyledir. Yiğit olanlar yine delikanlıdır. Yâni Fena âlemi olan dünyadan Bekâ âlemi olan âhırete geçtikleri zaman yâni ölürken ne hâldeyseler, yine o sûret ile dirilirler. Allahü teâlâ, Arş-ı âlânın altında bir latîf rüzgâr estirir. Bu rüzgâr yeryüzünü baştanbaşa kaplar. Yeryüzü toz gibi ince kum hâline girer.

Bundan sonra, Allahü teâlâ, İsrâfilı diriltir. Kudüs şehrindeki mübârek taştan sûr üfürülür. Sûr, nûrdan boynuz gibi bir mahlûktur ki, ondört parçadır. Bir parçasında karada olan hayvanların adedince delikler vardır. Karada olan hayvânâtın ruhları onlardan çıkar. Arı sesi gibi sesler işitilir. Yerle gök arasını doldurur. Sonra her bir ruh kendi cesedlerine girerler. Hak sübhânehu ve teâlâ bunlara kendi cesedlerini ilhâm eder. Hattâ dağlarda ölmüş olan, vahşî hayvanların ve kuşların yimiş olduğu insanların ruhları, kendi cesedlerini bulur. Nitekim Allahü teâlâ Zümer sûresinin altmışikinci âyetinde meâlen, (Kıyâmetin yok edici sûrundan sonra, ikinci bir sûr üflenir. Bu sese bütün beşeriyyet tâbi olur. Bu emir ile kalkıp, hazır olurlar) buyurur.

İnsanlar kabirlerinden ve yanıp kül oldukları, çürüdükleri yerlerden kalktıkları vakit görürler ki, dağlar atılmış pamuk gibi, denizler susuz kalmış, yer ise, kendisinde ne iğrilik, ne de yükseklik var. Hepsi dümdüz olmuş, bir kâğıd sayfası gibi görünür. İşte insanlar, kabirlerinin üzerine oturdukları vakit, uryân olarak, her tarafa hayret ve düşünceli bir şekilde bakarlar. Nitekim, Hz. Peygamber sahih olan hadiste: (İnsanlar her biri elbisesiz olup, hepsi çıplak ve sünnetsiz oldukları hâlde haşr olunurlar) buyurur. Fakat gurbette elbisesiz olarak vefât etti ise, onlara Cennetten elbise getirilir ve giydirilir. Şehitlerin ve sünnet-i seniyyeye [yâni ahkâm-ı islâmiyyeye] tutunup vefât etmiş olanların iğne deliği kadar elbisesiz yeri kalmaz. Zîrâ Peygamberimiz : (Ey ümmetim ve Eshâbım! Siz ölülerinizin kefeninde mübâlaga ediniz! Zîrâ, benim ümmetim kefenleriyle haşr olunurlar. Hâlbuki sâir ümmetler çıplaktırlar) buyurdu. Bu hadis-i şerifi, Ebû Süfyân rivayet eyledi. Yine Peygamberimiz buyurmuştur ki: (Ölüler kefenleri ile haşr olunur).

Bir hastanın, ölüm hâline gelince, bana filan elbisemi giydirin dediğini işittim. İstediğini giydirmediler. Tâ ki, üzerinde bir kısa gömlek olduğu hâlde vefât etti. Başka hiç kefen de bulunmadı. Birkaç gün sonra, rü’yâda görüldü. Üzüntülü idi. (Sana ne oldu?) diye suâl olundukta; (Benden, istediğim elbiseyi men ettiniz. Beni bu kısacık gömlekle haşr olunmaya terk eylediniz) dedi.

Kaynak : Kurani Kerim’de Kiyamet ve Ahiret – Imam Gazali

Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar, İmam-ı Gazali | Etiketler: | Leave a Comment »

Yâ Muhammed ( s.a.v.), başını secdeden kaldır ! Söyle…..

Posted by Site - Yönetici Ağustos 23, 2013

medineya-muhammedravdaravzai-mutahhara

Yâ Muhammed ( s.a.v.), başını secdeden kaldır ! Söyle…..

Allahü teâlâ meâlen buyurur ki, (Yâ Muhammed, başını secdeden kaldır! Söyle, dinlenir. Şefaat et, kabûl olunur). Bunun üzerine, Peygamber : (Yâ Rabbî! Kulların arasından iyileri ve kötüleri ayır ki, zamanları gayet uzadı. Herbiri, günahlarıyle arasât meydanında rezil ve rüsvây oldular) der.

Bir nidâ gelir: (Evet yâ Muhammed!) denilir. Cenâb-ı Hak, Cennete emreder ki, her cins zîneti ile zînetlenir. Arasât meydanına getirilir. O derece güzel kokusu vardır ki, beşyüz senelik yoldan duyulur. Bu hâlden kalbler ferahlanır. Ruhlar dirilir. [Lâkin kâfirler, mürtedler ve müslümanlarla alay edenler, Kur’an-ı kerime hakâret edenler, gençleri aldatarak îmanlarını çalanlar ve] amelleri habîs, kötü olanlar, Cennetin kokusunu duymazlar.

Cennet, Arş-ı âlânın sağ tarafına konulur. Bundan sonra, cenâb-ı Hak, Cehennemi getirmeyi emreder. Cehenneme korku gelir, feryâd eder. Kendisine gönderilen meleklere: (Allahü teâlâ, bana azâb ettirmek için bir mahlûk yarattı da, onunla bana azâb mı edecek) der. Onlar da: (Allahü teâlânın izzeti ve celâli ve ceberûtü hakkı için, Rabbin seninle âsîlerden, islâm düşmanlarından intikam almak için, bizi sana gönderdi. Sen ise, bunun için halk olundun) derler. Cehennemi dört tarafından çekerek götürürler. Yetmişbin ip takıp çekerler ki, her bir ipte yetmişbin halka vardır. Dünyadaki demirlerin hepsi toplansa onun bir halkası kadar olamaz. Her halkada, zebânî denilen azâb meleklerinden yetmişbin melek vardır ki, yalnız birine dünyadaki dağları koparmak emrolunsa, parça parça ederdi. O vakit, Cehennemin bağırması ve gürültüsü ve ateş saçması ve şiddetli dumanı vardır ki, bütün gökyüzünü simsiyâh eder. Mahşer yerine bin senelik yol kalınca, meleklerin ellerinden kurtulur. Gürültüsü ve gümbürtüsü ve sıcaklığı tehammül olunmıyacak derecededir. Mahşerdekilerin hepsi, bundan çok korkarlar. Bu nedir diye sorarlar. Haber verilir ki, Cehennem, zebânîlerin elinden kurtulmuş, size yaklaşıyor da, onun gürültüsüdür derler. Bunun üzerine, herkesin dizinin bağı çözülüp çöküverirler. Hattâ Peygamberler ve Resûller dahî kendilerini tutamaz. Hz. İbrâhîm, Hz. Mûsâ, Hz. Îsâ, arş-ı âlâya sarılır. İbrâhîm kurban ettiği İsmâ’îlı unutur. Mûsâ birâderi Hârûnı ve Îsâ vâlidesi Hz. Meryemi unuturlar. Her biri: (Yâ Rabbî! Bugün nefsimden başka birşey istemem) der.

O zaman Muhammed ise: (Ümmetime selâmet ve necât ver yâ Rabbî) der.

Orada buna tehammül edebilecek kimse bulunmaz. Zîrâ Allahü teâlâ, bunu haber verip; Câsiye sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Her ümmeti, dizleri üzre cenâb-ı Hakkın korkusundan çökmüş olarak görürsün. Herbiri, dünyada işledikleri amellerin kitabına dâvet olunurlar) buyurmuştur. Cehennemin böyle kurtulup kükremesi üzerine, herkes boğulma derecesinde ve kederlerinden yüzleri üzerine kapanırlar. Bu da, Allahü teâlânın Furkan sûresinin onikinci âyetinde meâlen: (Nâr ehl-i mahşeri uzak mahalden gördüğü vakit, nâs ondan boğuk ve çirkin ve gayet büyük ses işitirler) buyurmasıyle sâbittir.

Allahü teâlâ, Mülk sûresinin sekizinci âyetinde meâlen, (Gayz ve şiddetinin çokluğundan, Nâr ikiye ayrılacak gibi olur) buyurur. Bunun üzerine, Peygamberimiz ortaya çıkıp, Cehennemi durdurur. Buyurur ki, (Hakîr ve zelîl olarak geriye dön! Tâ ki, sana ehlin gürûh gürûh gelsinler). Cehennem dahî (Yâ Muhammed, bana müsâ’ade et! Zîrâ, sen bana haramsın) der. Arştan nidâ gelerek: (Ey Cehennem, Muhammed aleyhisselâmın kelâmını dinle! Ve ona itaat et) der. Sonra Resûlullah, Cehennemi çeker, Arş-ı âlânın sol tarafında bir yere yerleştirir. Mahşerdekiler, Peygamber efendimizin bu merhametli muamelesini birbirine müjdelerler. Korkuları bir miktâr azalır. Enbiyâ sûresinde yüzyedinci âyet-i kerimenin (Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik) meâl-i şerifi zâhir olur.

Bu zamanda nasıl olduğu bilinmiyen mîzân kurulur. Mîzânın iki kefesi, yâni gözü vardır. Birisi nûrdan ve biri zulmetten yâni karanlıktandır.

Bundan sonra, Allahü teâlâ zamandan, mekândan, cismden münezzeh ve berî, uzak olduğu hâlde, kudretini izhâr buyurması üzerine, insanlar ona tâzîm ederek, secdeye varırlar. Fakat kâfirler, mürtedler, secde edemezler. Zîrâ, onların belleri demir kesilip secde etmeleri mümkün olmaz. İşte bu da, Nûn sûresi, kırkikinci âyet-i celîl-i ilâhiyyesinin (Gözlerden perde kaldırılıp sıkıntıların arttığı zamanda secde etmeye çağrılırlar. Fakat secde edemezler) meâl-i şerifidir.

İmâm-ı Buhârînin, [Muhammed Buhârî 256 [m. 870] de Semerkandda vefât etti.] bunun tefsîrinde, Peygamberimize kadar senedini yâni râvîlerini zikrederek bildirdiği hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Allahü teâlâ kıyâmet gününde sâkından keşf eder. [Paçalar sıvanır. Yâni çok çetin ve sıkıntılı bir hâl olur. Secde ediniz denir.] Bütün müminler secde ederler). Ben, bu hadis-i şerifin tevilinden korktum. Meseldir diyerek söz söyliyenlerin sözünü dahî beğenmedim. Mîzân yâni terâzî de, melekûta mahsûs olan bilinmiyen şeylerdendir, dünya terâzîlerine benzemez. Zîrâ iyilikler ve kötülükler, madde ve cism değildir. A’raz, yâni sıfattırlar. A’razları, özellikleri, bildiğimiz terâzîler ile, maddeyi tartar gibi, vezn etmek sahih olmaz. Ancak, bilinmiyen terâzî ile tartmak sahih olur.

Müminler secdede iken, Allahü teâlâ nidâ eder. Yakından ve uzaktan işitilir. İmâm-ı Buhârînin rivayet ettiği gibi, cenâb-ı Hak [hadis-i kudsîde]; (Ben azîm-üş-şân herkese mücâzât eden deyyânım. Bana hiçbir zâlimin zulmü tecâvüz etmez. Eğer tecâvüz ederse, ben zâlim olurum) buyurur.

Bundan sonra, hayvânât arasında hükm eder. Boynuzlu koyundan, boynuzsuz koyunun hakkını alıverir. Dağ hayvanlarıyle kuşlar arasındaki hakları ödeştirir. Sonra da bunlara: (Toprak olunuz) der. Hemen hayvanlar toprak oluverirler. Kâfirler, bu hâli görünce her biri, Nebe’ sûresi kırkıncı âyetinin meâlinde haber verildiği üzere (Ne olaydı, toprak olaydım) derler.

Sonra, Allahü teâlâ tarafından nidâ olunup, (Levh-i mahfûz nerededir?) buyurur. Bu ses, akıllara hayret verecek sûrette işitilir. Allahü teâlâ, (Ey Levh! Tevrât ve İncîl ve Kur’an-ı azîm-üş-şândan sende yazdığım şey nerededir?) der. Levh-i mahfûz der ki: (Yâ Rabb-el’âlemîn! Bunu Cebrâîldan suâl buyur!).

Bu vakit, Cebrâîl getirilir ki, âdetâ kendisini titremek alır. Hayretinden diz üstü çöker. Cenâb-ı Hak buyurur ki: (Yâ Cebrâîl! Bu Levh der ki, sen benim kelâmımı ve vahyimi kullarıma nakleylemişsin, doğru mudur?) Cebrâîl (Yâ Rabbî doğrudur) der. Allahü teâlâ, (Onu nasıl yaptın?) buyurur. Cebrâîl, (Yâ Rabbî, Tevrâtı Mûsâa, İncîli Îsâa, Kur’an-ı kerimi Muhammeda inzâl ve her bir Resûle risâleti ve her bir suhuf sahibi Peygambere de sayfalarını ulaştırdım) der.

Bir nidâ gelir ki; (Yâ Nuh!), Nuh getirilir. Titrediği hâlde, huzur-i ilâhîye gelir. Ona hitâben: (Yâ Nuh! Cebrâîl der ki, sen Resûllerdensin). (Evet yâ Rabbî! Doğrudur) der. Yine buyurur ki, (Kavminle ne iş gördün?). Nuh, (Yâ Rabbî! Onları gece ve gündüz îmana dâvet ettim. Benim dâvetim onlara bir fayda vermedi. Benden kaçtılar). O zaman, yine nidâ olunarak, (Yâ Nuh kavmi!) denir. Onlar bir fırka olarak getirilir. Denilir ki, (İşbu kardeşiniz Nuh der ki, size benim risâletimi teblîg etmiş). Onlar: (Ey bizim Rabbimiz, yalan söylüyor. Bize birşey teblîg etmedi) derler. Risâleti inkâr ederler.

Allahü teâlâ, (Yâ Nuh! Senin şâhidin var mıdır) buyurur. Nuh, (Yâ Rabbî! Benim şâhidim, Muhammed ile ümmetidir) der.

Allahü teâlâ, (Yâ Muhammed!). Bu Nuh risâleti teblîg ettiğine seni şâhit kılar) buyurur. Peygamberimiz, Nuhın risâleti teblîg ettiğine şâhit olup, Hûd sûresinin yirmi beşinci âyet-i kerimesini okur. Bu âyet-i kerimede meâlen, (Biz Nuhu insanlara Peygamber olarak gönderdik. Onları Allahü teâlânın azâbı ile korkuttu. Allahü teâlâdan başka şeylere ibâdet etmeyiniz dedi) buyurulmuştur. Cenâb-ı Hak, Nuhın kavmine: (Sizin üzerinize azâb hak oldu. Zîrâ, azâb kâfirler üzerine lâyıktır) buyurur.

Böylece, hepsi Cehenneme atılır. Ne amelleri tartılır, ne de hesap olunurlar.

Bundan sonra (Âd kavmi nerededir?) diye nidâ olunur. Nûhın kavmine yapıldığı gibi, Hûd ile, kavmi olan Âd kavmi arasında muamele cereyân eder. Peygamberimiz ile ümmetinin hayrlıları şehâdet ederler. Peygamberimiz Şuarâ sûresinin yüzyirmiüçüncü âyet-i kerimesini okur. Bu kavm de Cehenneme atılır.

Bundan sonra (Yâ Sâlih veya Semûd) diye nidâ olunur. Sâlih ve kavmi gelirler. İnkârları üzerine, Hz. Peygamberden şehâdet taleb olunur. Peygamberimiz Şuarâ sûresinin yüzkırkbirinci âyet-i kerimesini okur. Onlar da, evvelkiler gibi Cehenneme atılır.

Kur’an-ı azîm-üş-şânın haber verdiği gibi, ümmetler, birbiri arkası sıra, Allahü teâlânın huzuruna gelirler. Furkan sûresinin otuzsekizinci ve İbrâhîm sûresinin sekizinci âyet-i kerimeleri bunu haber vermektedir. Bunda tenbîh vardır ki, bunlar âsî ve azgın kavmlerdir. (Bârîh, Mârih, Duhâ, Esrâ) kavmleri ve bunlar gibi kâfirlerdir. Bunlardan sonra, nidâ, Eshâb-ı res ve tübba’ ve İbrâhîmın kavmine gelir. Bunların hiç birinde mîzân kurulmaz. Ve hesap sorulmaz. Bunlar, o gün Rablerinden mahcûbdurlar. Allahü teâlânın kelâmını onlara bir tercümân söyler. Çünkü, bir kimse, nazar ve kelâm-ı ilâhîye mazhar olursa, o kimse azâb olunmaz.

Bundan sonra, Mûsâa nidâ olunur. Şiddetli rüzgârda yapraklar nasıl titrerse, öyle titreyerek gelir. Cenâb-ı Hak, ona hitâben: (Yâ Mûsâ! Cebrâîl sana risâletini ve Tevrâtı kavmine teblîg ettiğine şehâdet ediyor) buyurur. Mûsâ (Evet yâ Rabbî) der. (Öyle ise, minberine çık! Sana vahy olunan şeyleri oku!) buyurulur. Mûsâ, minbere çıkar, okur. Herkes kendi mevkı’inde sükût ederler. Tevrâtı daha yeni nâzil olmuş gibi okur. Yahudi âlimleri, sanki bundan evvel, Tevrâtı hiç görmemişler, bilmemişler gibi olurlar.

Sonra da, Dâvüde nidâ olunur. Bu da, sanki şiddetli rüzgârda yaprak titrer gibi, son derece titreyerek gelir.

Allahü teâlâ: (Yâ Dâvüd! Cibrîl Zebûru ümmetine teblîg ettiğine şehâdet ediyor) deyince, Dâvüd, (Evet yâ Rabbî!) der. Cenâb-ı Hak, (Minberine çık ve sana vahy olunan şeyi tilâvet eyle) buyurur. Dâvüd minbere çıkar. Güzel sesle Zebûr-u şerifi okur. Hadis-i şerifte bildirildi ki, Dâvüd Cennet ehlinin münâdîsidir. [Dâvüdın sesi çok güzel ve gür idi.] Nidâ edince sesini tâbût-i sekînenin imamı işitir ve cemaatin içine girerek safları yararak, Dâvüdın yanına gelir. Ona sarılır. Der ki: (Sana Zebûr vaaz vermedi mi ki, benim için yanlış niyet ettin?). Hz. Dâvüd, çok utanır, sıkılır. Cevap veremez. Arasât ızdırâba gelir. İnsanlar Dâvüddan gördüğü hâllerden dolayı çok üzüntülü olurlar. Bundan sonra Dâvüda sarılıp, huzur-i Mevlâya çıkarır. Üzerlerine perde iner. Tâbütün imamı der ki: (Yâ Rabbî! Dâvüdın hürmetine bana rahmet eyle ki, bu beni harbe gönderdi. Hattâ öldürüldüm. Nikâh etmek istediğim hâtunu kendine almak istedi. Hâlbuki o zaman bundan başka, doksandokuz hâtunu vardı). Allahü teâlâ, Dâvüda sorar, (Yâ Dâvüd! Bunun sözü doğru mudur?) buyurur. Dâvüd utancından ve Allahü teâlânın azâbı korkusundan, mağfiret vaadini ricâ ederek, başını aşağı eğer. Zîrâ, insan birşeyden korkar ve mahcûb olursa, başını önüne eğer. Birşey umar ve ricâ ederse, başını yukarı kaldırır. Bu vakit, Allahü teâlâ tâbütün imamı olan zata buyurur ki: (Ben, buna mukâbil, sana köşk ve vildândan şu kadar, bu kadar şey verdim. Râzı mısın?) O zat da: (Râzıyım yâ Rabbî) der. Bundan sonra, Dâvüda: (Sen de yâ Dâvüd, git seni de mağfiret ettim) buyurur. [Bu kıssa, Mevâhib tefsîrinde, Sâd sûresi yirmiüçüncü âyetinde daha geniş yazılıdır. Peygamberler en küçük bir günah işlemez ve günahı işlemek, hâtırlarına bile gelmez. Bu tefsîrden okuyunca, hakîkat iyi anlaşılır.]

Bundan sonra Dâvüda: (Minberine dön, Zebûrun devamını oku) buyurur. O da, Allahü teâlânın emrini yerine getirir. Bu zamanda, Benî İsrâîle iki kısm olmaları emrolunur. Bir kısmı, müminler ile, bir kısmı da, kâfirler ile berâber olur.

Bundan sonra, bir ses işitilir ki: (Îsâ nerededir?) der. Îsâ getirilir. Allahü teâlâ ona hitâben Mâide sûresinin yüzondokuzuncu âyet-i kerimesinin meâl-i şerifi olan, (Yâ Îsâ! Sen insânlara Allahdan başka beni ve annemi ilâh edininiz dedin mi?) buyurur.

Îsâ Allahü teâlâya hamd eder ve çok senâlar eder. Sonra meâl-i şerifi, (Yâ Rabbî! Seni noksan sıfatlardan tenzîh ve taktîs ederim ki, hakkım olmıyan şeyi benim için söylemek olmadı. Eğer ben onu söyledimse, hakîkaten Sen onu bilirsin. Yâ Rabbî! Sen benim nefsimde olanı bilirsin. Ben Senin zâtında olanı bilmem. Yâ Rabbî! Sen gâibleri bilensin) olan Mâide sûresinin yüzonaltıncı âyet-i kerimesi ile cevap verir.

Bunun üzerine cenâb-ı Hak, cemâl sıfâtını gösterir ve meâl-i şerifi, (Bu zaman, sâdıklara sıdkının menfaat vereceği zamandır) olan Mâide sûresi yüzondokuzuncu âyet-i kerimesini buyurur ve (Yâ Îsâ! Sen doğru söyledin. Minberine git! Sana Cebrâîlin teblîg ettiği İncîli tilâvet eyle) der. Îsâ, (Evet Yâ Rabbî) der. Sonra tilâvete başlar. Tilâvetin te’sîrinden herkesin başı yukarı kalkar. Zîrâ, Îsâ rivayet cihetinden insanların en ziyâde hakîmidir. Okumada, o kadar tâzelik ve nezâket gösterir ki, hıristiyanlar, ruhbânlar, kendilerini, İncîlden hiçbir âyet bilmiyorlarmış zannederler.

Bundan sonra, nasârâ da, iki kısm olurlar. Bozuk olanları, yâni hıristiyanlar kâfirlerle, bozulmamış olan müminleri, müminlerle haşr olunur.

Bundan sonra, bir nidâ işitilir ki, (Muhammed nerededir?) Peygamberimiz gelir. Cenâb-ı Hak buyurur ki: (Yâ Muhammed! Cibrîl, sana Kur’an-ı kerimi teblîg ettim diyor). O da: (Evet yâ Rabbî) der. Cenâb-ı Hak: (Yâ Muhammed, minberine çık ve Kur’an-ı kerimi kırâet et) buyurur. Peygamberimiz Kur’an-ı kerimi tilâvet edip, gayet güzel ve tatlı bir şekilde okur. Müminleri müjdeler. Onların yüzleri güler ve sevinirler. Kur’an-ı kerime inanmıyanların, bu mübârek kitaba (Hâşâ) çöl kanûnu diyenlerin ise, yüzleri gayet çirkin olur.

Buraya kadar beyan olunan Peygamberlere olunacak suâli, A’râf sûresindeki, (Biz kendilerine Peygamber gönderilen kavme elbette suâl ederiz. Peygamberlere de suâl ederiz) meâlindeki beşinci âyet-i kerimesi haber vermektedir.

Bazıları, Mâide sûresinin yüzonikinci (Allahü teâlâ, büyük Peygamberleri cem’ eylediği vakit, kavminizden nasıl icâbet ve kabûl olundunuz?) meâlindeki âyet-i kerime ile haber verilmiştir dediler. O zaman Peygamberler: (Yâ Rabbî! Seni tesbîh ederiz ki, bizim için hiç ilim yoktur. Sen gaybleri en iyi bilensin) derler. Evvelki âyet-i kerimenin haber verdiğini söyliyen âlimlerin sözü daha doğrudur. (İhyâ-ül-ulûm) adındaki kitabımızda da bunu bildirdik. Zîrâ Peygamberlerin dereceleri vardır. Îsâ ise, onların büyüklerindendir. Zîrâ O (Ruhullah)dır. (Kelimetullah)dır. Peygamberimiz Kur’an-ı kerimi tilâvet buyurduğu zaman, ümmeti zanneder ki, hiç işitmemişlerdir. Bu bahste, Hz. Esma’îye dediler ki: (Sen Kur’an-ı kerimi en ziyâde ezberlemiş olansın. Sen de, böyle mi olursun?) Cevabında, (Evet, Hz. Peygamberden işittiğim vakit, hiç işitmemiş gibi olurum) buyurdu. [Ebû Sa’îd-i Esma’î (122) de Basrada tevellüd, 216 [m. 831] de Mervde vefât etti. Asl adı Abdülmeliktir.]

Kitapların kırâ’eti tamam olduktan sonra bir nidâ gelir ki: Ey mücrimler, şimdi sizler ayrılınız!) denir. Bu nidâ üzerine, mevkıf yâni Arasât meydanı harekete gelir. O zaman, herkesi büyük korku alır. Birbirlerine girift olurlar. Melekler cin ile ve cin insanlar ile karışır. Bundan sonra, nidâ gelir ki: (Yâ Âdem! Evladından Cehenneme lâyık olanı gönder!) Âdem ise, (Yâ Rabbî! ne kadar?) diye suâl eder. Cenâb-ı Hak, buyurur ki: (Binde dokuzyüzdoksandokuzu Cehenneme ve biri Cennete). Kâfirlerden ve Ehl-i sünnetten ayrılmış mülhidlerden ve gâfillerden, çıkara çıkara, ancak Allahü teâlânın bir avuç buyurduğu kadar mümin geride kalırlar. Ebû Bekr-i Sıddîkın (Rabbimizin avuçlarından bir avuç kalır) buyurduğunun mânası budur.

Bundan sonra İblîs şeytanlarıyle birlikte getirilir. Bunların mîzânının da seyyiâtları, hasenâtlarının üzerine ağır gelmiştir. Her kime ki, din ulaşmıştır, onun sevapları ile günahları muhakkak tartılacaktır. Şeytanlar, günahları ağır gelip, azâb göreceklerini yakînen bildikleri vakit: (Bize Âdem zulmetti. Zebânî denilen melekler saçlarımızdan tutarak bizi Cehenneme sürükledi) derler.

Bunun üzerine, cenâb-ı Hak tarafından bir nidâ gelir ki, Mümin sûresinin onyedinci âyet-i kerimesinin, (Bu zamanda zulüm yoktur. Allahü teâlâ hesapta sür’atlidir) meâlindedir. Herkes için büyük bir kitap çıkarılır ki, şark ve garp arasını tutar. Onda mahlûkların bütün amelleri yazılıdır. Küçük ve büyük hepsini bildirir. Allahü teâlâ, hiçbir kimseye zulmetmez. Mahlûkların her gün yaptıkları amelleri bu kitap ile Allahü teâlâya arz olunur. Allahü teâlânın emri ile Abese sûresinin onaltıncı âyet-i kerimesinde bildirilen (Kiramün berere) meleklerine yâni kerim ve itaatkâr meleklere, o amelleri yazmağı emreder. Bu kitap işte odur. Câsiye sûresinin yirmisekizinci âyet-i kerimesinin (Biz yaptığınız amellerin hepsini yazdırdık) meâl-i şerifi bunu haber vermektedir.

Bundan sonra, bir münâdî herkesi ayrı ayrı çağırır. Herkes, ayrı ayrı hesaba çekilir. Nûr sûresi, yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Yaptıklarının hepsine, o gün dilleri ve elleri ve ayakları şehâdet eder) buyuruldu.

Doğru haberde bize bildirildi ki, bir kimse Allahü teâlânın huzurunda durdurulur. Cenâb-ı Hak ona (Ey fena kul! Sen mücrim ve âsî oldun) der. O kul: (Yâ Rabbî! Ben işlemedim) der. (Senin aleyhine delîller ve şâhitler vardır) denir. O kimsenin Hafaza melekleri getirilir. O kimse: (Onlar benim üzerime yalan söylediler) der. Bu hâl, meâl-i şerifi (O gün herkes getirilir. Herkes kendi nefsi ile mücâdele eder) olan, Nahl sûresinin yüzondördüncü âyetinde bildirilmektedir. Sonra ağzına mühür vurulur. Bu da Yasîn-i şerifin altmış beşinci âyetinin (Kıyâmet gününde, ben azîmüş-şân, mücrimlerin ağızlarını mühürlerim. Ne ki kazanıp kesb ettiler ise, bize elleri söyler ve ayakları şehâdet eder) meâl-i şerifi ile bildirilmiştir. Öyle ise, âsîlerin âzası şehâdet edip Cehenneme götürülmeleri emrolunur. Mücrimler [din düşmanları, haram işliyenler, namaza önem vermiyenler] âzalarına levm etmeye, bağırmaya başlar. Âzası da, der ki, (Bu şehâdet bizim ihtiyârımızla değildir. Bizi Allahü teâlâ söyletti. Herşeyi söyleten Odur). Bunlar Fussilet sûresinin yirmibirinci âyet-i kerimesinde bildirilmektedir.

Hesaptan sonra, bütün insanlar Sırât köprüsüne gönderilecektir.

Sırât köprüsünden geçemeyip düşen mücrimler, Cehennem hazenesine, yâni azâb meleklerine teslim olunurlar. Ağlamaya ve inlemeye başlarlar. Hele müminin ve müvahhidînin âsîleri Cehenneme konulurken, gayet dehşetli ağlarlar. Melekler bunları yakalayıp atarken, (İşte bu, vaat olunduğunuz kıyâmet günüdür) derler. Bu hâl Enbiyâ sûresinin yüzüçüncü âyet-i kerimesinde bildirilmektedir.

Büyük feryâd – Cehennem ehlinin çok feryâd edip ağladıkları dört yerden birincisi, sûr üfürüldüğü vaktte, ikincisi, Cehennem meleklerden kurtulup, mahşer ehli üzerine sıçradığı vaktte, üçüncüsü, Âdemi Allahü teâlâya şefaatci göndermek için çıktıkları vaktte, dördüncüsü, Cehennemdeki azâb meleklerine teslim olundukları zamandır.

Cehennemlik olanlar mahallerine gidip, Arasât meydanında yalnız, Müminler, Müslimler, hayr ve ihsân edenler, Ârifler, Sıddîklar, Velîler, Şehitler, Sâlihler ve Resûller kalır. Îmanlarında şüpheleri olanlar, münâfıklar, zındıklar, bid’at sahipleri [yâni Ehl-i sünnet îtikatında olmıyan müminler], zaten Cehenneme gönderilmişlerdir. Allahü teâlâ (Ey insanlar! Rabbiniz kimdir?) buyurur. Onlar (Allahdır) derler. Allahü teâlâ: (Siz Onu bilir misiniz?) buyurur. (Evet biliriz yâ Rabbî) derler. O zaman, onlara Arş-ı âlânın sol tarafından bir melek görünür. O melek, o kadar azametlidir ki, yedi deniz başparmağının ucuna konsa içine alıp, hiçbir damlası gözükmez. O melek, mahşerde bulunanlara Allahü teâlânın emri ile, imtihan cihetinden (Ene Rabbüküm) yâni, ben sizin Rabbinizim der. Ehl-i mahşer: (Senden Allahü teâlâya sığınırız) derler.

Arşın sağ tarafında bir melek görünür ki, eğer ayağının ucu ile basmış olsa, ondört deniz, görünmez olurdu. Ehl-i mahşere (Ene Rabbüküm) der. Yâni, sizin Rabbinizim der. Ona dahî (Senden Allahü teâlâya sığınırız) derler.

Bundan sonra, Allahü teâlâ, onlara istedikleri şekilde gayet yumuşak ve hoş muamele buyurur. Mahşer ehlinin hepsi, secde ederler. Cenâb-ı Hak, onlara (Öyle bir yere geldiniz ki, sizin için yabancılık ve korku yoktur) buyurur.

Allahü teâlâ bütün müminleri Sırât üzerinden geçirir. Müminler derecelerine göre Cennete götürülür. İnsanlar gürûh gürûh geçerler. Önce Resûller, sonra Nebîler, Sonra Sıddîklar, sonra Velîler, Ârifler, sonra hayr ve ihsân edenler, sonra Şehitler, sonra diğer müminler götürülür. Müslümanlardan günahları affedilmiyenler yüz üstü düşmüş, bazıları da A’râfta mahbus kalırlar. Îmanı zayıf olanlardan bazısı Sırâtı yüz senede, bazısı da bin senede geçerler. Bununla berâber, Cehennemde yanmazlar.

Bir kimse ki, Rabbini görür, o kimse Cehenneme sokulmaz. Müslim ve muhsin olanların makamlarını (İstidrâc) nâmındaki kitabımızda anlattık. Onlar yüzü gülenlerdir. Çoğu Sırâtı şimşek gibi geçer. Çoğu da, açlık ve susuzlukla giderler ki, ciğerleri parça parça olmuş, solukları âdetâ duman gibi çıkar. Bunlar, kâseleri gökteki yıldızlar adedince ve suyu, kevser ırmağından ve büyüklüğü Kudüsten Yemene kadar ve Adenden Medîne-i münevvereye kadar olan Kevser havzından içerler. İşte bu, Peygamberimizin (Benim minberim, havzım üzerindedir). Yâni, minberim, Kevser havzının iki kenârından biri üzerindedir buyurmasiyle sâbittir. Kevser havzından uzak olanlar, kabahatlerinin derecesine göre, Sırâtta habs olunurlar.

Nice abdest alanlar vardır ki, abdesti güzel almaz ve tamam etmez. Ve nice namaz kılanlar vardır ki, sorulmadığı hâlde, namazını başkalarına anlatır. Hudû’ ve huşû’ ile kılmazlar. Eğer kendini karınca ısırmış olsa, namazı bırakıp o karınca ile meşgul olurlar. Hâlbuki, Allahü teâlânın azamet ve celâletini ârif olanların ellerini ve ayaklarını kesmiş olsalar hiç direnmezler. Zîrâ onların ibâdetleri Allahü teâlâ içindir. Allahü teâlânın huzurunda duran kimse, Onun “celle celâlühü” heybet ve azametini bildiği, tefekkür ettiği kadar huşû’ eder, korkar. Öyle olur ki, pâdişâhlardan birinin huzurunda kişiyi akreb sokar, o da sabr eder. Pâdişâha hürmet için hiç hareket etmez. İşte bu, adamların mahlûkla berâber olduğu vaktteki hâlidir. Mahlûk ise, o derece menfaat ve zararını ayıramaz.

O, azîz ve celîl olan Allahü teâlânın huzurunda duranın hâli nasıl olur ki, heybet ve saltanat ve azamet ve ceberût ve kahr-ü galebe-i ilâhiyyeyi bilen bir kimsenin Allahü teâlânın huzurunda durması, elbette ziyâde huzuru ve huşû’u Îcap ettirir.

İbâdetleri yaptığı hâlde, zulmeden ve tevbe etti ise de, mazlumu bulamıyan, bununla dünyada helâlleşmiyen bir kimse hakkında hikâye olundu ki, Allahü teâlânın huzuruna götürülür. Dünyada helâlleşemediği kul hakları varsa, meydana çıkarılır. Mazlum onun boynuna sarılır. Allahü teâlâ mazluma (Ey mazlum! Yukarıya bak) buyurur. O mazlum baktığı vakit görür ki, bir köşk var. Gayet büyüktür. Zîneti ve büyüklüğü akıllara hayret verir. O mazlum: (Yâ Rabbî! Bu nedir?) der. Allahü teâlâ: (Bu satılıktır. Benden satın alır mısın?) buyurur. O mazlum ise: (Yâ Rabbî! Bunun kıymetini ödeyecek benim birşeyim yoktur) der. Allahü teâlâ buyurur ki: (Kardeşini zulümden affedip halâs edersen, köşk senindir). O kul da: (Yâ Rabbî! Emr-i ilâhin sebebiyle ondaki hakkımdan vazgeçtim) der.

Allahü teâlâ tevbe eden zâlimlere böyle muamele eder. Nitekim İsrâ sûresinin yirmibeşinci âyetinde meâlen, (Ben azîm-üş-şân, tevbe eden kimseleri mağfiret ederim) buyurur. Tevbe eden, zulümden, günahtan ayrılıp da, ebediyyen bir daha o günahı işlemiyendir. Dâvüd (Evvâb) ile tesmiye olunur. [Hâlbuki, Dâvüd hiç günah işlemedi. Ondan (Hilâf-i evla) sâdır oldu.] Resûllerden Hz. Dâvüdun gayrileri de böyledir.

Kaynak : Kurani Kerim’de Kiyamet ve Ahiret – Imam Gazali

Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar, İmam-ı Gazali | Etiketler: | Leave a Comment »