Archive for Şubat 2010
Posted by Site - Yönetici Şubat 28, 2010

Lezzetli Yemekler Mubahtır
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, tatlı şeyleri ve balı severdi. Tatlı ve soğuk su içerdi. Mercimek ve zeytin, sâlihlerin yemeğidir. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri şöyle buyurdular:
“Size mercimeği tavsiye ederim. O mübarek ve mukaddes bir nimettir. Mercimek, kalbi yumuşatır, göz yaşlarını çoğaltır. 0, mübarektir. Ona yetmiş peygamberin duası vardır. Sonuncusu, Meryem oğlu İsa’dır.”[1]
Ömer bin Abdülazîz (r.h.) Hazretleri, bir gün ekmeği zeytin ile yerdi, bir gün mercimek ile yerdi ve bir gün de, et ile yerdi. Eğer mercimekte fazîlet olmasaydı, bu zatlar yemezdi. İbrahim Aleyhisselâm’ın şehrine vermiş olduğu ziyafet asla mercimekten hâlî olmazdı. Yani mutlaka mercimek yemeği çıkardı. Bedenlerin kurumasında mercirnek yeterlidir. Mercimek ibâdet için hafiftir. Et, buğday, soğan ve sarmısakta şehevî duygular (için gerekli şeyler) meydana geldiği gibi. mercimekte meydana gelmez. Onda ancak mübâh olan bir koku vardır. Mercimeğin pis kokusu yoktur.
Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi
[1] Kenzül-Ümmâl: 30333
Share this - Lütfen : Paylaş
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
Posted in Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Ruhu`l Beyan Tefsirinden Kıssalar, Türkiye, Yorumlar | 1 Comment »
Posted by Site - Yönetici Şubat 27, 2010

Cennete İlk Girecek Olan, Rasûlullah (s.a.v.)’dir:
O, bütün peygamberlerden ve ümmetlerden önce cennete girecektir.
Nitekim Sahih-i Müslim’de… Enes’ten rivayet olundu ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Cennetin kapısını ilk çalacak olan benim.”
Yine aynı senedle rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Cennetin kapısına gelir, açmalarını söylerim. Bekçi: “Sen kimsin?” diye sorar. “Muhammed’im” derim. O da der ki: “Senden önce bu kapıyı hiç kimseye açmama emrini aldım.”
Buharı ve Müslim’in sahihlerinde… Ebû Hüreyre’den rivayet olundu ki; Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Biz sonda (gelen bir ümmetiz), kıyamet günündeyse önde olacağız ve biz, cennete ilk girenler olacağız.”
Hafız Ziya… Ömer b. Hattab’dan rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Ben içine girmedikçe diğer peygamberlerin cennete girmeleri haram kılınmıştır. Ümmetim içine girmedikçe ve diğer ümmetlerin cennete girmeleri haram kılınmıştır.”
Kaynak : Ruhu`l Beyan Tefsiri Tercumesi – cilt 1
..
Share this - Lütfen : Paylaş
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
Posted in Ölüm Ve Ötesi - İbni Kesir, Cennet, Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Türkiye, Yorumlar | Leave a Comment »
Posted by Site - Yönetici Şubat 26, 2010
İLAHİ – UÇUN KUŞLAR MEDİNEYE – MUHTEŞEM
Vodpod videoları artık kullanılamıyor.
Share this - Lütfen : Paylaş
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
Posted in Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Genel | Leave a Comment »
Posted by Site - Yönetici Şubat 26, 2010

Efendimizin (S.A.V.) Ümmetinin Fazileti
Bu âyeti kerime, Efendimiz (s.a,v.) Hazretlerinin ümmetinin faziletine delâlet etmektedir. İsrâiloğulları suya ihtiyaç duyduk¬larında istemek için Mûsâ Aleyhisselâm’a gittiler. (1/147) İsrâiloğulları baklagiller, hububat, meyve, tere, sebzevat, salatalık ve diğer yiyeceklere muhtaç oldukları zaman, Mûsâ Aleyhis¬selâm’a koşuyorlardı. Onları Mûsâ Aleyhisselâm’dan istiyorlardı. Bu ümmet-i merhume ise, herhangi bir şeye muhtaç oldukları zaman, onu Allah’dan istemekle emrolundular. Allah buyurdu: “İsteklerinizi Allah’ın fazlından ve kereminden isteyin.” Ve yine Allah, buyurdu:
“Halbuki rabbiniz buyurdu: Ud’ûnî estecip lekum (Yalvarın ki bana, size karşılık vereyim); çünkü benim ibadetimden kibirlenenler, yarın hor hakir olarak Cehenneme girecekler” 40/6° buyurdu.
Bu âyeti kerimede büyük müjdeler vardır. Kavminin isteği üzerine, Mûsâ Aleyhisselâm, kavmi için su istedi. Isa Aleyhisselâm, havarilerin sözü üzerine onlar için Rabbinden (bir) sofra (yemek) istedi. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri ise, Allah’ın emriyle bizler için mağfiret, af ve bağışlama diledi.
“Şimdi şunu bil ki, Lâ İllallah (Başka ilah yok, ancak bir Allah); bil de günahına ve mümin erkeklere ve mümin kadınlara İstiğfar eyle! Allah dolaştığınız yeri de bilir, durduğunuz yeri deî 47/19 Allahü Teâlâ o iki yüce peygamberin (Mûsâ Aleyhisselâm ile İsa Aleyhisselâm’ın) isteklerini kabul etti. (Mûsâ AJeyhisse-lâm’ın kavmine, kudret helvası, Bıldırcın eti ve su verdi. İsa Aleyhisselarr ta gökten sofra indirdiğine göre) Allah’ın emri doğrultusunda ümmetinin bağışlanması için dua eden Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin duası kabule daha evlâdır.
Bu âyeti kerime, aynı zamanda yağmur duasına çıkmanın mübâh olduğuna delildir. Yağmur duası, yağmur kesildiği zaman ve kendisine ihtiyaç olduğunda yağmur duasına çıkılır. 0 durumda hüküm, kulluğunu, fakirliğini, meskenet ve zilletini itifaf edip Allahü Teâlâ’nin azamet ve zenginliğine karşı ona muhtaç olduğunu beyan etmektir.
Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri de yağmur duasına çıktı. O, mütevâzi, tezellül, korku, tazarru ve boynu bükük olduğu halde, namazgaha gitti. Cündeb (r.a.)’dan rivayet olundu. Bir cuma günü, bedevinin biri Efendimiz (s.a.v.) ‘in yanma gelerek, “Yâ Rasûlellahî At, davar ve hayvan sürülerimiz helak oldular. Yeryüzü kuraklık içindedir. Allah’a dua et bize yağmur yağdırsın,” dedi. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri, ellerini dergâhı ilâhi’ye açtı. Enes (r.a.) Hazretleri, buyurdular: Gökyüzü cam gibi berraktı. Hiçbir bulut yoktu. Dua üzerine hemen bulut belirdi ve ertesi cumaya kadar (bir hafta) yağmur yağmaya devam etti. MesnevTde buyuruldu:
Tazarru’ etmeden belâ ve musibetleri savmak kolay değildir. Bu işte Rableri onlara temiz şarab’dan içirdi hitabı geldi.
Doğru, herşeyin doğrusunu bilen Allah’dır.
Başa gelen zarar ve belâların defi için dua etmemek tarikat ehlinin nezdinde mezmûmdur (verilmiştir ve kötüdür). Başa gelen zararların gitmesi için dua etmemek sanki Allah’a karşı mukavemet etmek ve zorluklara katlanabileceğin! iddia etmektir. (İnsan başına gelen belaların defi için mutlaka dua etmelidir.)
İbni Fariz (k.s.) buyurdular:
“Düşmanın karşısında durmak ve dayanmak güzeldir. Kardeşlerin yanında ise acizlikten başka şeyler çirkindir.”
Kaynak : Rûhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi
…
Share this - Lütfen : Paylaş
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
Posted in Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Türkiye, Yorumlar | Leave a Comment »
Posted by Site - Yönetici Şubat 25, 2010

Mevlid Kandilinde Yapılacak ibadetler –Rebîulevvel ayı ve Velâdet kandili
Rebîulevvel ayı, Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) âlemleri şereflendirdiği, nûrlu vücudunun dünyaya intikal ettiği mübârek aydır.
Bu ayın 12’nci gecesi, senenin ilk kandili olan Velâdet yani Mevlid kandilidir.
Bu ay içinde mümkün olduğu kadar Resûlüllah Efendimiz için çokça salât ü selâm (salât-ı nâriye, salât-ı münciye ve salât-ı fethiye gibi salavâtlar) okumalıdır.
***
Resûlüllah Efendimiz, rebîulevvel ayının 12’nci gecesinde dünyayı teşrif etmişlerdir. Dolayısıyla bu ayın 12’nci gecesi aynı zamanda Hicrî senenin ilk kandilidir. Fahr-i âlem Efendimizin (s.a.v.) dünyayı teşriflerinin Hicrî-Kameri takvime göre sene-i devriyesi yani yıldönümüdür.
***
Bu gecenin mânevî zenginliğinden bolca istifade edebilmek için bir Tesbih namazı kılmalı ve mümkünse bir de Hatm-i Enbiyâ yapmalıdır.
Tesbih namazına şu şekilde niyet edilir:
“Yâ Rabbî, niyet eyledim rızâ-i şerifin için tesbih namazına. Yâ Rabbî, bu gece teşrifleriyle âlemleri nûra garkettiğin sevgili Habîbin, başımızın tâcı Resûl-i zîşân Efendimiz’in hürmetine ve bu gecedeki esrârın hürmetine ben âciz kulunu da afv-ı ilâhine, feyz-i ilâhine mazhar eyle, Allâhü Ekber.”
(Duâ ve İbâdetler, Fazilet Neşriyat, İstanbul, 1983, s. 18-19)
Share this - Lütfen : Paylaş
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
Posted in Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar | 12 Comments »
Posted by Site - Yönetici Şubat 24, 2010

MEVLİD KANDİLİ
Bu kutlu doğum yıldönümü vesilesiyle yazımızda, “velâdet”ten bahsedip hem O’nunla ilgili bilgilerimizi tazelemiş olmayı hem de O’nun feyziyle bereketlenmeyi arzu ettik.
Ancak Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) doğumuyla alakalı hususlara geçmeden önce önemli bir kaç noktayı açıklamanın yararlı olacağını düşünüyoruz.
* * *
RESÛLÜLLAH EFENDİMİZİN (S.A.V.) NESEBİ
1. Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) baba tarafından şeceresi (soy kütüğü) üç bölümde incelenmektedir. Birinci bölüm, siyercilerin ve soy bilimcilerinin üzerinde ittifak ettikleri bölümdür. Bu da 20. dedesi Adnan’a kadar olan silsiledir. İkinci bölüm, bazılarının kabul ettiği bazılarının ise üzerinde görüş bildirmemeyi tercih ettikleri bölümdür. Bu, Adnan’dan Hz. İsmail’e kadar uzanan silsiledir. Üçüncü bölüm ise, içinde doğru olmayan bilgilerin de varolduğunu kabul ettiğimiz bölümdür. Bu da Hz. Ibrahim’den Hz. Adem’e kadar olan silsiledir.(3)
2. Anne tarafından soyu: Peygamber Efendimizin annesi Hz. Âmine’dir. O, Zühre oğulları kabilesinin reisi Vehb’in kızıdır. Burada baba tarafından dedeleriyle birleşir.
3. Resûlüllah’ın (s.a.v.) Babaannesi Fatıma’dır. O da Amr’ın kızıdır. Amr, Âiz’in oğlu, o İmran’ın oğlu, o Mahzum’un oğlu, o Yekaza’nın oğlu, o Mürre’nin oğludur. Burada baba tarafından dedeleri ile birleşiyor.(4)
4. Resûlüllah’ın (s.a.v.) muhterem validelerinin annesi Berre’dir. O da Abdüluzza’nın kızıdır. Abdüluzza Osman’nın oğlu, o Abdüddar’ın oğlu, o Kusayy’ın oğludur. Burada baba tarafından dedeleriyle birleşmektedir.(5)
5. Resûlüllah’ın (s.a.v) Medine’deki Neccaroğullarıyla yakınlığı… Bu durumu Hindistanlı alim Safiyyurrahman el-Mübarekforî şöyle anlatıyor: Abdullah’ın dedesi Haşim, ticaret için Şam’a gitmek üzere yola çıktı. Medine’ye geldiğinde, Neccar oğlu Adiy’nın neslinden Amr’ın kızı Selma ile evlendi ve yanında bir müddet kaldı. Bu arada Selma Abdulmuttalib’e gebe kaldı. Sonra Şam’a doğru yola çıktı, Filistin toprakları içinde bulunan Gazze’de vefat etti. Hanımı Selma Miladi 497 senesinde Abdulmuttalib’i dünyaya getirdi ve ona Şeybe adını verdi.(6)
Bu açıklamadan anlaşılıyor ki, Neccaroğulları Resûllülahın Efendimizin babasının değil de dedesi Abdulmuttalib’in dayılarıdır.
Siyer kitaplarının çok daha detayına indiği, bizim ise fazla uzamaması için özetlemeye çalıştığımız bu açıklamada vardığımız sonuç şudur:
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) hem baba hem de anne tarafından soylu aileden ve de meşru evlilik yoluyla gelmiştir. “Ben Âdem’den, babam ve annem beni dünyaya getirinceye kadar hep nikah yoluyla çıkageldim, zina yoluyla gelmedim. Cahiliyye döneminin evlilik dışı beraberlikteliğinden (zinadan) hiçbir şey bana bulaşmamıştır”(7) hadisi şerifi ile İmam Müslim’in Vâsile b. el-Eska’dan rivayet ettiği: “Allah İsmail’in (a.s.) neslinden Kinane’yi, Kinane’nin neslinden Kureyşi, Kureyş’in neslinden Haşimoğullarını seçti. Haşimoğulları ailesinden de beni seçti”(8.) hadisi, yukarıdaki görüşü yeteri kadar kuvvetlendirmektedir.
* * *
M E V L İ D
“Mevlid”(9) veya “veladet” diye ifade edilen Peygamber Efendimizin (s.a.v.) doğum hadisesi, insanlık tarihinde meydana gelen olayların en önemlilerinden birisidir.
İnsanlar genellikle belli bir konuma geldikten sonraki yönleri ile bilinirler. Önceki dönemleri, özellikle doğum ve doğum sonrasına tekabul eden yönleri pek bilinmez. Fakat Fahr-i Kâinat Efendimizinki farklıdır… Ana rahmine inişinden doğumuna, çocukluğundan gençliğine, Peygamberliğinden vefatına kadar hayatının her safhası en ince ayrıntılarına kadar tesbit edilmiştir.
Nüfus kayıtlarının tutulduğu dönemlerde hatta yakın tarihimizde bile bir kısım insanların doğum tarihleri ve nesepleri tartışılırken, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) şeceresi (soy kütüğü)’nin, yukarıda belirttiğimiz biçimde Hz. Âdem’e kadar uzanması, gerek inanan taraftarlarının gerekse inanmayan muhaliflerinin/karşıtlarının, onunla yakından ilgilendiklerinin açık örneğidir. Her kelimenin/kavramın altında başka anlamlar arayan misyonerlerin ve oryantalistlerin bu konuyu didik didik etmeleri, bunun önemini bir kere daha kuvvetlendirmektedir.
Resûlüllah Efendimizin (s.a.v.) Fil Senesi(10)nde ve Fil Hâdisesinden 52 gün sonra, İran Kisrası (Kralı) Nuşirevan’ın krallığının 40. yılında, Rebiulevvel ayında bir pazartesi gecesi sabaha karşı dünyaya geldiği hususunda hemen hemen bütün siyerciler ve tarihçiler ittifak etmişlerdir. O pazartesi gecesinin de, 12 Rebiulevvel olduğu, İbn Hişam’ın rivayetinde ifade edilmiştir.(11) Bu tarih, Büyük Alim Muhammed Süleyman el-Mansurforî ile astronomi alimi Mahmut Paşa’nın tesbitine (ve bizim de hesaplarımıza) göre 20 nisan 571 tarihine tekabül etmektedir.
Bu tarih birçok ilim ehli tarafından esas alınmış olmakla birlikte, bazı siyerciler de bunun dokuz Rebiulevvele rastladığını söylemişlerdir. Ancak 9 Rebiulevvel Cumartesi’ye denk gelmektedir. Bunun da bilinmesi gerekir.
İbn Sa‘d Resûlüllah Efendimizin annesinin şöyle dediğini nakleder:
“Onu dünyaya getirdiğimde benden bir nur çıktı ve Şam””daki sarayları aydınlattı”
Ahmed b.Hambel de İrbad b. Sariye’den buna yakın bir rivayette bulunmuştur.
İmam Beyhaki, Peygamberlik işaretlerinden sayılan bazı olayların doğum esnasında meydana geldiğini nakleder. Bu cümleden olarak Kisra (İran Kralı)’nın sarayının 14 kulesi düştü, Mecüsilerin (ateşe tapanların) tapmakta oldukları (yıllardır sönmeden yanan) ateş söndü, Sâve gölünün önce suyu çekildi sonra çevresindeki kiliseler yıkıldı.(12)
***
DEDESİNE MÜJDE EDİLMESİ
Annesi Hz. Âmine Resulullah Efendimizi (s.a.v.) dünyaya getirince, Dedesi Abdulmuttalib’e, bir torunu doğduğunu müjdelemek üzere haberci gönderdi. Abdulmuttalib sevinerek geldi ve torununu alarak Ka‘be’ye girdi, orada Allah’a (c.c.) dua etti, şükürde bulundu. Sonra da bir ziyafet tertip ederek Kureyş’in ileri gelenlerini davet etti. Misafirlerine torununun doğumunu haber virip ona, (çokça medhedilmiş, övülmüş anlamına gelen) “Muhammed” ismini koyduğunu açıkladı. Bu mübarek isim, o güne kadar Araplarca pek bilinmeyen, pek kullanılmayan bir isimdi.(13) Abdulmuttalib’in soyundan da hiçbir kimseye verilmiş değildi. Bu ismi tercih edişininin sebebi kendisine sorulduğunda, “Onu gökte meleğin, yerde beşerin çok öveceğini umuyorum. Bu sebeple ona bu adı koydum” cevabını vermiştir.
* * *
ONU İLK EMZİREN SÜT ANNE
Tabii ki onu ilkönce (üç veya yedi gün) kendi annesi emzirmişti… Arkasından, Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe Mesruh isimli oğlunun sütünden onu emzirdi. O, daha evvel Hz. Hamza’yı da emzirmişti. Sonra da Mahzum kabilesinden Ebu’l-Esed’in oğlu Ebu Seleme’yi emzirdi. Böylece amcası Hz. Hamza ve Ebu Seleme ile sütkardeş oldular.(14)
* * *
RESÛLLÜLLAH (S.A.V.) SÜTANNEDE
Şehirli Arap geleneğine göre, çocukları, şehirlerde yakalanabilecekleri hastalıklardan uzak tutmak, vücutlarını geliştirmek, sinirlerini yatkın/sağlam kılmak, daha beşikte iken Arapçayı iyi öğrenmelerini sağlamak için onlara (şehir dışından) süt anne araştırırlardı. Abdulmuttalib de torunu için bir süt anne araştırdı. Sa‘d oğullarından Ebu Züeyb’in kızı, yine aynı kabileden Abduluzza’nın oğlu, Ebu Kebeşe lakaplı Haris’in(15) hanımı Hz. Halime’ye emzirmek üzere onu teslim etti. Resûllülah’ın (s.a.v.) oradaki süt kardeşleri, Haris’in oğlu Abdullah ile kızları Enîse ve Huzâfe’dir. (Bunun lakabı Şeyma’dır, lakabıyla meşhurdur.) Ayrıca aynı kabilede bir süt evlatlık olarak bulunan Hz. Hamza’nın süt annesi de Resullullah’ı bir gün emzirdi, böylece Hz. Hamza ile oradan da süt kardeşi oldu.(16)
Hz. Halime Resûllüllah’ı (s.a.v.) kabul edişini anlatırken; ellerinde hiçbir şey bırakmayan bir kıtlık senesinde, kocası ve emzirmekte olduğu küçük bir oğlu ile birlikte, süt evlatlığı almaya giden Beni Sa‘d oğullarından bir grup kadının arasına katılıp kumral bir merkebe binerek memleketinden çıktığını söylüyor. Ve devamla diyor ki; yanımızda bir de keçimiz vardı. Vallahi bir damla süt vermiyordu. Açlıktan ağlayan çocuğumuzun yüzünden bir tek gece dahi uyuyamadık. Ne göğsümde onu susturacak süt vardı, ne de keçimizde ona gıda olacak bir şey… Bir taraftan yağmur bekliyor, bir taraftan da bu sıkıntının gitmesini umuyorduk. Bindiğim merkebin hem zayıf hem de arık (yorgun) olması yüzünden kafileyi de yolda bıraktık (geciktirdik). Ta ki Mekke’ye geldik ve süt evlat aramaya başladık.Grubumuzdaki kadınların hepsine istisnasız olarak Resûlüllah (s.a.v.) teklif edildi; ancak yetim olduğu söylenince, hiç kimse kabul etmedi. Çünkü biz, emzirmek için aldığımız çocuğun babasından birşeyler bekliyorduk. Yetim! Annesi ve dedesi ne yapabilir ki?! diyorduk. İşte bundan dolayı almak istemiyorduk.
Benimle gelenlerden, benden başka çocuk almayan kalmadı. Geri dönmeye karar verince eşime dedim ki:
– Vallahi arkadaşlarım arasında,çocuk almadan dönen birisi olmak istemiyorum.Vallahi o yetime gideceğim ve onu alacağım.
– Bunu yapmanda bir sakınca yoktur; olur ki Allah (c.c.), bunda bizim için bereket yaratır (verir) dedi . Gittim aldım ama, buna beni sevkeden sadece başkasını bulamayışımdı, dedi.(17)
* * *
HZ. HALİME VE GÖRDÜKLERİ
Hz. Halime şöyle anlatıyor:
Onu alınca kafileye döndüm; kucağıma oturttuğumda göğsüme, onun istediği kadar süt geldi. Öyle ki, o emdi doydu, kardeşi de doyasıya emdi, sonra da uyudular… Bundan önce çocuğumuz da biz de uyuyamıyorduk. Eşim kalktı, memesi kurumuş olan keçimize gitti; onun da memesi dolmuştu. İçeceği kadar sağdı, ben de onunla birlikte içtim. Öyle ki ikimiz de doyduk. En hayırlı gecemizi geçirdik. Sabahleyin eşim, “Anlıyorsun değil mi ey Halime! Vallahi hayırlı bir çocuk aldın” dedi. Ben de, “Vallahi aynısını umuyorum” dedim.
Sonra merkebime binerek yola çıktık, onu da yanıma aldım. Vallahi onların bineklerinden hiç birinin gidemediği mesafeyi biz kat‘ediyorduk. Öyle ki arkadaşlarım, “Ey Ebu Zueyb’in kızı, yazık! Bize acı, gelirken bindiğin merkebin değil mi bu?” diyorlardı. “Evet, ta kendisi” diyordum. “Vallahi bunda bir şey var” diyorlardı. Sonra Benî Sa‘d oğulları yurdundaki evlerimize geldik. Allah’ın arzında, bizim yerlerimizden daha kurak olanı bilmem var mı idi. Hiç kimse bir damla süt sağamazken, hayvanının memesinde bir damla süt bulamazken, O evimize geldikten sonra bizim sürümüz karınları tok, memeleri süt dolu olarak dönüyorlardı. Hatta halkımızdan çevremizde bulunanlar çobanlarına, “Size yazıklar olsun, Ebu Zueyb’in kızının çobanı koyunlarını otlattığı yerde siz de koyunları yayın” diyorlardı. Çünkü onların koyunları aç dönüyorlar, bir damla süt vermiyorlardı. Benim ise koyunlarımın karınları tok, memeleri dolu olarak dönüyordu.
İki senesi dolup sütten kesinceye kadar, Allah’tan daima fazlasını ve hayrını görüyorduk. Öyle bir büyüyordu ki, diğer çocuklara hiç benzemiyordu. İki yaşına geldiğinde, zıplayıp koşan bir çocuk olmuştu. Onu annesine götürdük; ama kendisinde gördüğümüz bereketten dolayı, tekrar bize iade etmesini çok istiyorduk. Annesiyle konuştuk; “Yavrumu, kuvvetleninceye kadar bana bırak ne olur, Mekke’nin vebasının (ölümcül hastalığının) ona da bulaşmasından korkuyorum” dedim ve ısrar ettim, o da bize onu iade etti .(18)
* * *
ŞAKK-I SADR (GÖĞSÜN YARILMASI) HADİSESİ
İmam Müslim Hz. Enes’den (r.a.) şöyle rivayet etti: Resûlüllah (s.a.v.) çocuklarla oynarken Cebrail (a.s.) geldi, onu aldı yere yatırdı ve kalbinin bulunduğu kısmı yardı, kalbini çıkarttı, kalbinden de (pıhtılaşmış) bir kan parçası çıkarttı ve dedi ki: Bu şeytanın sendeki payı idi. Sonra altın tastaki zemzem ile yıkadı, kapattı ve yerine iade etti. Çocuklar, süt annesine koştular ve Muhammed öldürüldü dediler. Yanına gittiklerinde yüzünün rengi morarmıştı.(19)
Bu olay İbn Hişam’a göre üç yaşındayken, bazılarına göre ise dört veya beş yaşlarında iken olmuştur.(20)
* * *
ŞEFKATLİ ANNESİNE İADE
Bu vak‘adan sonra Hz. Halime korktu ve onu annesine iade etti:
Hz. Amine, ölmüş kocasının hatırasını yerine getirmek için, Medine’deki (o zamanki adı Yesrib) kabrini ziyaret etmeyi düşündü ve 500 km.’lik mesafeyi katetmek üzere yola çıktı, yanında yetim oğlu Muhammed (s.a.v.) ve hizmetcisi Ümmü Eymen, bir de vasîsi Abdulmuttalib vardı. Medine’de (Yesrib’de) bir ay kaldı sonra oradan ayrıldı. Dönerken daha yolun başında ona hastalık yetişti ve gittikçe de kendini gösterdi, Mekke ile Medine arasında Ebva’da(21) vefat etti. Dedesi Abdulmuttalib onu Mekke’ye götürdü. Yetim torununa şefkati gittikçe artıyordu. Evlatlarından hiçbiri için olmadığı ölçüde torununa acıyor, onu hiç yalnız bırakmıyordu, aksine onu kendi öz evlatlarına tercih ediyordu. Ancak 8 yaşına geldiğinde dedesini de kaybetti.(22)
Doğumundan, dedesi Abdulmuttalib’in ölümüne kadarki merhale/süreç içerisinde, geleceğin bu büyük insanının başından geçen olaylara işaret etmiştik. Resûllüllah’ın (s.a.v.) hayatının akışını derinlemesine etkileyecek bu olayları bir kerre daha sıralayalım. Annesinin karnında iken babasının ölmesi ve yetim olarak dünyaya gelmesi,annesinin götürmesiyle ancak babasının kabrini tanımış olması, Medinede bulunan babasının kabrini ziyaretten dönerken yolda annesinin vefatı ve daha sonra da dedesi Abdulmuttalib’in vefatı…
İşte bunlar, küçük bir çocuğa nisbetle önemli olaylardır ve onun ruhunda önemli izler bırakmıştır. Muhammed’den (s.a.v.) başka herhangi bir çocuğun başına bu olaylar gelse idi, hadiseler onun ruhunu parçalar, bütün emellerini boşa çıkarırdı. Böyle bir çocuğun yaşadığı farzedilse bile hayatın karanlıklarında, yaşar gibi bir hayat sürdürebilirdi. Fakat, ileride enbiyanın ve bütün insanlığın seyyidi olan, bu çocuk yaştaki Muhammed (s.a.v.) birbirini takip eden bu olaylardan, en büyük ve en tehlikeli olaylara tahammül etmeye hazırlanmış, bütün insanlığa Peygamber olarak gönderildiğinde, herkesi kuşatacak güçlü bir şefkatle çıkmıştır.(23)
* * *
TEVRAT VE İNCİL’DE MUHAMMED (S.A.V.)
Bugünkü mevcut Tevrat ve İncil’den çıkarılmış olsa da Resûllüllah (s.a.v.), yaratılışından ahlak özelliklerine varıncaya kadar bir çok sıfatlarıyla, semâvî kitaplarda anlatılmış, haber verilmiştir. Bunun içindir ki, daha çocuk yaşta iken, Bahira O’nu tanımıştır. Medine’ye hicret ettiğinde, Abdullah b. Selam ve arkadaşları gibi Tevrat’ı okuyanlar arasında mutaassıp olmayanlar onu görünce derhal teşhis edip iman etmişlerdir.
İmam Buhari, Ata b.Yesar’ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Abdullah b. Amr b. el-Âs (r.a.) ile karşılaştım ve dedim ki; Resûlüllah’ın (s.a.v.) Tevrat’ta yazılı olan sıfatlarını (özelliklerini) bana anlat. Peki, dedi ve devam etti: Vallahi o, Kur’an’daki sıfatlarının bir kısmının aynıyla Tevrat’ta da anlatılıp tanıtılmıştır. Onlardan bazıları şöyledir:
“Ey Nebi! Biz seni şahit, müjdeleyici, uyarıcı ve ümmîlerin sığınacağı bir koruyucu olarak gönderdik. Sen benim kulum ve resûlümsün. Sana ‘MÜTEVEKKİL’(24) adını verdim.”
“O kaba ve katı birisi değildir. Sokaklarda lakırdı eden birisi de değildir. Kötülüğü kötülükle savmaz; lakin affeder ve bağışlar. Sapan (eğri giden) bir milleti; ‘LÂİLÂHE İLLALLAH (Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur)’ dedirterek doğrultuncaya kadar, Allah onun ruhunu almayacaktır. Onunla kör gözleri, sağır kulakları ve kılıflı (mühürlü) kalpleri açacaktır.”(25)
* * *
RAHİB BAHİRA İLE GÖRÜŞMESİ
Dedesi Abdulmuttalib’in vefatından sonra amcası Ebu Talib’in himayesine geçen Muhammed (s.a.v.) 12 yaşlarına geldiğinde, amcası, ticaret kafilesinin başında Şam’a gitmeye hazırlanınca O da beraber olma isteğini ifade etmişti. Kendisine karşı son derece şefkatli davranan amcası bu isteğini geri çevirmedi ve onu yanına alarak Şam seferine başladı. Şimdiki adıyla “Eski Şam”denilen Busra’ya geldiklerinde, Rahib Bahira, beyaz bir bulutun gölgelediği kafileyi uzaktan takip ediyor ve kendi kendine “bu kafilede önemli bir kişi var”diyordu.
Bunu yakından görüp teşhis edebilmek için bir sofra hazırladı ve istisnasız herkesi davet etti. Küçük olduğu için, Resullullah’ı (s.a.v.) eşyalarının yanında bırakarak, hepsi bu davete icabet ettiler. Bahira, aradığı özellikteki kişiyi aralarında göremeyince, “Gelmeyen var mı?” diye sordu. Bir çocuktan başka herkesin geldiği cevabını alınca, onun da getirilmesini istedi ve getirildi.
Yemek boyunca Muhammed’i (s.a.v.) her yönüyle süzen, araştıran, hatta kalkıp yanına giderek omuzunu açıp Peygamberlik mührü(26)ne bakan Rahip Bahira, yemek sonrası kendisine bazı sorular sordu; ondan da, açık ve net cevaplar aldı. Daha sonra Ebu Talib’e dönerek,
“Bu senin neyin?” diye sordu.
“Oğlumdur” cevabını alınca,
“Yalan söylüyorsun, oğlun olamaz!” dedi. Ebu Talib,
“Doğru, yeğenimdir” deyince,
“Şimdi doğru!” dedi ve ekledi: “Bu önemli bir kişi olacaktır. Buradan geriye dön. Şam’a gidersen oradaki mutaasıp Yahudiler bunu teşhis ederler ve suikastte bulunurlar” dedi.
Bunun üzerine Ebu Talib alış-verişini orada yaptı ve Mekke’ye döndü.(27)
Resullullah’ın (s.a.v.) 12 yaşlarında iken bir yemekte ve sadece bir kerre Hıristiyan rahibi Bahira ile görüşmesini, başta Hıristiyan dünyası olmak üzere Ehl-i Kitap istismar etmektedirler. İddiaya göre bu bir seferlik görüşmede, Bahira’dan öğrendiklerini geliştirerek yeni bir din kurmuş ve Kur’anı Kerim’i yazmış.
Bu iddia ne mantık açısından ne de ilim açısından doğrudur. Bir defa bu görüşmede bulunanlardan hiç biri, Bahira’nın orada ders verdiğinden veya dini telkinde bulunduğundan tek kelime bile söz etmemişlerdir. Resûllüllah (s.a.v.) dahil hiç kimse, bu konuda ona soru sormamıştır. Sadece o Resûllüllaha soru sormuş, aldığı cevaplardan sonra da, onun beklenen Peygamber olduğunu söylemiştir.
Hatta İbn Hişam’ın naklettiğine göre(28) Bahira’nın,
“Ey genç Lat ve Uzza hakkı için, soracağım sorulara cevap vereceksin” diyerek söze başlaması üzerine Resûlüllah (s.a.v.),
“Lat ve Uzza adına bana hiç birşey sorma! Vallahi bu ikisine buğzettiğim kadar hiç birşeye buğzetmedim” demiştir. Bu defa Bahira,
“Öyle ise Allah adına sorularıma cevap ver” demiş, O da,
“Şimdi ne istersen sor” karşılığını vermiştir.
İşte Hıristiyan din âliminin, bir müşrik gibi Lat ve Uzza’ya yemin etmekle düştüğü çelişki karşısında, Resûllüllah (s.a.v.) tarafından uyarılması da yukarıdaki iddianın külliyen/tamamen yersiz olduğunun açık isbatıdır.
Resullullah’ı (s.a.v.) Bahira’nın teşhis etmesi, Suriye’deki mutaassıp Yahudilerin de teşhis edilebileceğini söylemesi, Kur’an-ı Kerim’deki ifadeye uygundur. Zira Kur’an-ı Kerim’de “Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitapta anlatılan Peygamberi) öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup bile bile gerçeği gizler”(29) buyurulması, Ehl-i kitabın Resûlüllah (s.a.v.) hakkında detaylı bilgiye sahip olduklarını göstermektedir.
* * *
KUR’ÂN-I KERİM’DE RESÛLLÜLLAH (S.A.V.)
Resûllüllah (s.a.v.) Kur’an-ı Kerim’de bütün yönleriyle anlatılmaktadır. Biz bu yazımızda onun doğumu ekseninde bilinmesi gerekenlerden bir kısmını zikretmeyi uygun görüyoruz.
1. “Hani Meryemoğlu İsa, ‘Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın peygamberiyim. Benden önce gelen Tevrat’ı tasdik edici (doğrulayıcı/onaylayıcı) ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir Peygamberi de müjdeleyici olarak (geldim)’ demişti. Sonra onlara (o Peygamber) mûcizelerle gelince, ‘Bu apaçık büyüdür’ dediler (inanmayıp inkâr ettiler).”(30)
2. “Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de (ismini) yazılı buldukları o ümmi Nebi ve Resûle uyarlar. O (Peygamber) onlara iyiliği emreder, kötülükten men eder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Sırtlarındaki ağır yüklerini ve üzerlerindeki bağları, zincirleri indirir atar. İşte ona iman edenler, ona saygı göstereler, ona yardım edenler ve onunla birlikte gönderilen nur’a (Kur’an’a) uyanlar var ya, kurtuluşa erenler onlardır.”(31)
Ayeti kerîmede geçen Ümmî kelimesi okuma yazması olmayan demektir. Kur’an-ı Kerim’in bir başka ayetinde; Peygamber’in (s.a.v.) daha evvel hiçbir kitap okumadığı ve sağ eliyle hiçbir kitabı yazmadığı ifade edilmektedir.(32) Bu durumdaki bir insanın, kıyamete kadar yaşayacak bütün insanlığın hem dünya işlerini hem de ahiret işlerini düzene koyan bir kitabı tebliğ etmesi ayrı bir mucizedir.
3. “(Resûlüm) de ki: ‘Ey insanlar! Gerçekten ben, sizin hepinize gönderilmiş Allah’ın bir Peygamberiyim! O Allah ki, göklerin ve yerin sahibidir. Ondan başka hiç bir ilah yoktur. O diriltir (yaşatır) ve öldürür. Öyle ise gelin Allah’a iman edin; Allah’a ve onun sözlerine inanan, Ümmî Nebi olan Resûlü’ne de inanıp ona uyun ki doğru yolu bulasınız.”(33)
4. “Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Hem Allah’ın izniyle bir davetci, hem de nur saçan bir kandil olarak… Mü’minlere müjdele! Kendilerine Allah’tan büyük bir mükafat vardır. Kafirlere ve münafıklara boyun eğme… Onların eziyetlerine (şimdilik) aldırma. Allah’a güvenip dayan, vekil ve destek olarak Allah yeter.”(34)
5. “Hani Allah peygamberlerden, ‘Size kitap ve hikmet verdikten sonra nezdimizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz’ diye söz almış ve ‘Kabul ettiniz mi?’ dediğinde, ‘Kabul ettik’ cevabını vermişler, bunun üzerine Allah, ‘O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim’ buyurmuştu.”(35)
Bu ayeti kerîmenin tefsirinde, Abdullah b. Abbas (r.anhüma) şöyle dedi: Allah (c.c) gönderdiği bütün peygamberlerden söz aldı ki, onların herhangi birisi hayatta iken Muhammed (s.a.v.) peygamber olarak gönderildiği takdirde ona tabi olacaktır. Ayrıca ümmetlerinden söz alması için de onlardan söz aldı ki, ümmetleri de hayatta iken Muhammed (s.a.v.) peygamber olarak gönderilirse ona tâbi olup yardım edeceklerdir.(36)
6. “Andolsun! Size, kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız/zahmet çekmeniz ona çok ağır gelir, onu üzer. Çünkü o, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli (ve) çok merhametlidir.”(37)
* * *
KENDİ DİLİNDEN RESÛLÜLLAH (S.A.V.)
1. Resûllüllah’ın (s.a.v.) soranlara kendini tanıtma sadedinde şöyle buyurduğunu, Cübeyir b. Mut‘im babasından nakletmiştir: “Benim birkaç ismim vardır. Ben MUHAMMED(38)im, ben AHMED(39)im, ben Allah’ın, kedisiyle küfrü silip yok edeceği MÂHÎ’yim, ben insanların önünde toplanacağı HÂŞİR’im, ben kendisinden sonra bir daha peygamber gelmeyecek olan ÂKIB’im.”(40)
2. Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Reûllüllah (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, bu ümmetten her kim, ister Yahudi olsun ister Hıristiyan, beni işittiği halde benim getirdiğime iman etmeden ölürse o, ateş ashabından (cehennem halkından) olur.”(41)
3. Hadîs-i kudsîde şöyle buyurulmuştur: “Şayet sen olmasaydın, cenneti yaratmazdım. Eğer sen olmasaydın, cehennemi yaratmazdım.”(42) Keza bir başka hadîs-i kudside de, “Yâ Muhammed! Ben ve sen varız. Senden başkasını senin için yarattım” buyurulmuştur. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) de, şu münacatı yapmıştır: “Allah’ım! Sen varsın, ben yokum. Senin gayrını zatın için bıraktım.”(43) Hepimizin çok çok iyi bildiği âyet-i kerimede ise, “Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (44) buyurulmuştur. Hal böyle olunca, bugün bu dünyada onun büyüklüğü nasıl anlaşılabilir?.. Onun üstün kadri ve kıymeti nasıl idrak edilebilir?.. O ancak kıyamet günü, topyekün insanlığın onun sancağı altında toplandığı zaman anlaşılabilecektir.
Evet, İki Cihan Güneşi Efendimiz (s.a.v.), özetlemeye çalıştığımız halde uzun sayılabilecek bu yazımızda anlattıklarımızdan şüphe yok ki çok daha fazla özelliklere, güzelliklere, faziletler sahip ekmel ve etemm bir insan peygamberdir. Mükevvenatın nüvesidir.
Salât ve selâmın ekmeli-etemmi O’nun, âlinin, ashabının, etbâının ve kıyamete kadar onların yolunu takip eden ve edecek olan ümmeti üzerine olsun. Cenab-ı Hak, şefaat-i uzması’ndan/en büyük şefaatinden bizleri ve topyekün Ümmet-i Muhammed’i mahrum etmesin. Âmin…
Halis Ece
DİPNOTLAR Yazının devamını oku »
Share this - Lütfen : Paylaş
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
Posted in Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, H.z Muhammed ( s.a.v ), Mubarek Gün Ve Geceler, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar | Etiketler: MEVLİD KANDİLİ | 3 Comments »
Posted by Site - Yönetici Şubat 23, 2010

Kâfirin Kıyamet Gününde Cehennem Ateşinde Vücudunun İri Ve Çirkin Oluşu:
İmam Ahmed b. Hanbel… Ebû Hüreyre’den rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet gününde kâfirin (cehennemdeyken) azı dişi, Uhud dağı; baldırı kazan; ateşteki yeri Kudeyd vadisiyle Mekke arası; derisinin kalınlığı da Cibar zirâıyla kırk iki zira’ kadardır!“
Bezzâr… Ebû Hüreyre’den rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “(Cehennemdeyken) kâfirin azı dişi Uhud dağı kadardır. Derisinin kalınlığı da kırk zirâ’dir.”
Bezzâr… Ebû Hüreyre’den rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Kâfirin azı dişi Uhud dağı gibidir. Cehennemdeki oturağı ise üç günlük yol (uzunluğunda ve büyüklüğü) kadardır.”
Hasan b. Süfyan… Ebû Hüreyre’den rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“(Cehennemdeki) kâfirin iki omuzunun arasındaki mesafe, hızlı giden bir süvari için beş günlük yoldur.“
Hasan… Ebû Hazinf’den rivayet etti ki; Ebû Hüreyre şöyle demiştir:
“Cehennemdeki kâfirin iki omuzu arasındaki mesafe, hızlı giden süvari için üç günlük yoldur.”
Bezzâr… Ebû Hüreyre’den rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“(Cehennemdeki) kâfirin azı dişi Uhud dağı; baldırı ise Verkan dağı kadardır. Derisinin kalınlığı da kırk Zİrâ’dir.”
İmam Ahmed b. Hanbel… Amr b. Şebib’in dedesinden rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Büyüklük tasayanlar, kıyamet gününde insan suretindeki karıncalar gibi haşredileceklerdir. Bütün küçük şeyler bile onlardan yüksek olur. Öyleki bols denen bir cehennem zindanının ve ateşler ateşinin içine düşerler. Kendilerine cehennemliklerin vücutlarının sıkılmasıyla elde edilen bir sıvı içirilir“
Tirmizî, bunun hasen bir hadis olduğunu söylemiştir. Burada anlatılmak istenen şudur ki; onlar daha faza azab ve acı çeksinler diye, bu şekilde toplanıp cehenneme sevkedildiklerinde vücutları irileştirilerek ateşe gireceklerdir. Nitekim azabı şiddetli olan Allah bunun sebebini şöyle açıklamıştır: “Azabı tadsınlar diye...”
Deniz Tutuşturulur Ve Cehennemin Bir Parçası Haline Gelir:
İmam Ahmed b. Hanbel… Ya’lâ b. Ümeyye’den rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Deniz, cehennemin kendisidir.”
“Cenab-ı Allah’ın şöyle buyurduğunu görmüyor musunuz: “Şüphesiz zalimler için, duvarları çepeçevre onları içine alacak bir ateş hazırlamışız-dır.” (Kehf, 18/29) Canım kudret elinde bulunan zât’a yemin ederim ki, ben Allah’a arzedilmeden o ateşe asla girmeyeceğim. Ben Aziz ve Celil olan Allah’ın huzuruna varmadan o ateşin bir katresi dahi bana isabet etmeyecektir.“
Ebû Davud… Abdullah b. Amr’dan rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Ya hacılar, ya umreciler ya da Allah yolunda savaşa gidenler deniz yolculuğu yaparlar. Doğrusu denizin altında ateş, ateşin altında da deniz vardır.”
Kaynak : Ölüm ve ötesi – İbni Kesir
..
Share this - Lütfen : Paylaş
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
Posted in Ölüm Ve Ötesi - İbni Kesir, Bunları Biliyormuydunuz, Cennet & Cehennem, Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar, İlginç | Leave a Comment »
Posted by Site - Yönetici Şubat 22, 2010

Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri – İmam Suyuti
Peygamberimizin, yazı yazmasının ve şiir söylemesinin kendisine haram olması
Peygamberimizin bir özelliği de, yazı yazmasının ve şiir söylemesinin kendisine haram olmasıdır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de buldukları o elçi’ye o ümmî peygamber’e uyarlar.” [45]
“Ey Muhammed, sen bundan önce bir kitâb okumuyordun, elinle de onu yazmıyorsun. Öyle olsaydı, bâtılcılar o zaman kuşkulanırlardı.” [46]
“Biz ona (Muhammed’e) şiir öğretmedik, şiir ona yakışmaz da...” [47]
tbn Ebû Hatim, Mücâhid’în şöyle dediği haberini nakletmiştir: “Kitâb ehli olanlar, kendi kitaplarında Peygamberimiz’in okur-yazar olmadığını görürler ve bunu söylerlerdi, işte bununla ilgili olarak: “Sen, bundan önce bir kitâb okumuyordun, elinle de onu yazmıyorsun!” mealindeki âyet inmiştir.”
îmâm-ı Râfîî ise bu konuda şöyle der:
“Peygamberimiz’in bir Özelliği olarak, yazı yazmasının kendisine haram olabilmesi için, O’nun yazı yazar olduğunu söylememiz gerekir. Halbuki O, yazı bilmezdi.“
îmâm-ı Nevevî ise, bunu tenkid eder ve şöyle der: ‘Yazı yazmasını bilmediği halde, yazmanın kendisine haram kılınmış olması mümteni’ (imkansız) değildir. Bundan maksad, okur-yazar olmanın sebeblerine tevessül etmemesidir ve doğrusu da, O okur-yazar değildi...” [48]
Bâzıları ise bunun aksini söylemişler ve: “Hudeybiye andlaşması-nın yazıldığı sırada Kureyş temsilcisinin itirazı üzerine, Peygamberimiz (s.a.v.): “Bu, Muhammed bin Abdullah’ın andlaşmasıdır” diyerek yazmıştı. Zira Ali, böyle yazmaktan çekinmişti” demişlerdir. Onlara verilecek cevab ise şudur: “Bu andlaşma ile ilgili olarak “…Yazdı” denilmesinden maksad, emir verip yazdırdı demektir [49]
Ebû Mes’ûd Dımeşkî de, Hudeybiye Musâlehasıyla ilgili olarak: ‘Yâni Peygamberimiz kalemi eline aldı, fakat güzelce yazmasını bilmiyordu. Buna rağmen “Resûlüllah” yerine “Muhammed” kelimesini yazdı” der.
Ömer bin Şeybe’nin bu husustaki sözü ise şöyledir: “Peygamber (s.a.v.), Hudeybiye’de, kendi eliyle yazdı. Halbuki O, daha önce yazmayı hiç bilmiyordu. Tam yazmak istediği sırada, bir mucize olarak yazmasını bildi ve yazdı.” Onun bu sözünü kabul edenler de olmuştur: Hadîs âlimlerinden Ebû Zerr el-Herevî, Ebu’l-Feth el-Nisâbûrî, Kâdî Ebu’l-Velîd el-Luhamî, Kâdi Ebu Cafer el-Simnanî el-Usûlî; bunu kabul edenlerdendir. Hattâ Ebû’l-Velîd el-Luhamî şöyle demiştir: “Peygamberi-miz’in hiç yazı bilmediği ve öğrenmediği halde anîden orada yazmış olması, O’nun en kuvvetli mucizelerinden biridir.” Bazıları da şöyle demiştir: “Peygamberimiz, o gün kendi eliyle; yazı bilmediği, yazıyı teşkîl eden harfleri hiç tanımadığı halde yazdı. Kalemi eline aldı ve hareket ettirdi. O’nun yazmak istediği şekilde bir yazı meydana geldi. Yâni yazı kendiliğinden ve mucizevî bir şekilde oluştu… Evet Peygamberimiz kalemi hareket ettirdi, fakat bilerek bir şey yazmadı. Yazı yazıldığı zaman bile, yazıyı ve onun harflerini tanımıyordu” [50]
Şiirin Peygamberimiz’ e haram olmasına gelince: “Ebû Davud’un buna delâlet eden hadîsi; îbni Ömer’den sevketmiş olduğunu görüyoruz… O, şöyle diyor: “Ben, Peygamber’in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu i-şittim: “Ben eğer tiryak içersem nazarlık takınırsam, kendiliğimden şiir söylersem, hâlim ve âkibetim ne olur bilmem.“
îbni Sa’d’ın Zühri’den rivayetine göre, Peygamber (s.a.v.), Medine’ye göçten sonra Mescid yapılırken, ashabın bu husustaki candan çalışmalarına bakarak duygulanmış ve: “Bu göç, Hayber göçü değildir! Rabbimiz, bu daha iyi, daha temizdir” anlamında bir söz söyleyivermiş-tir. Yine Zührî şöyle dermiş: “Peygamberimiz, şiir olarak ne söylemişse, bir başkasına âit misâl vermek üzere söylemiştir. Kendisinin, Mescid yapılırken söyleyiverdiği bu şiirden başka hiç şiir söylediği olmamıştır. (Bunu da, şiir söylemek maksadıyla söylemiş değildir.) [51]
Yine îbni Sa’d, Abdurrahmân bin Ebûz-Zennâd’dan şöyle nakleder: “Peygamber (s.a.v.) birgün, Abbas bin Mirdâs’a hitaben: “Hatırlıyor musun? Senin: “Benim ve kölelerimin elde ettiğimiz mallar, Akra’ ve U-yeyne arasında kaldı” gibi bir şiirin vardı?” demiş… Orada bulunan Ebû Bekir de: “Ey Allah’ın Resulü, anam babam sana kurbân olsun! Sen, bir şâir olmadığın gibi, şiiri de değiştirerek naklediyorsun. Zaten şiir de sana yakışır birşey değildir. Bunun söylediği o şiirin aslı, öyle değil;”…Uyeyne ile Akra’ arasında kaldı” şeklinde idi” der. (Yâni Peygamberimiz, bu misâlde de görüldüğü gibi, şiiri, bazen değiştirerek söylerdi. Bazân da misâl vermek için.)
Alimlerimiz demişlerdir ki: “Peygamberimiz’in şiir şeklinde söylemiş olduğu sözler; şiir maksadıyla söylenmiş şeyler değildir ve kafiyen bunlara, şiir söylemek de denilmez… Kur’ân’da dahi bazân vezinli sözler vardır. Bunlar da kafiyen şiir değildir.”
İmâm-ı Mâverdî der ki: “Peygamber Efendimiz’e yazı yazmak haram olduğu gibi, başkaları tarafından yazılmış bir yazıyı okumak da haramdı, ilgili âyet de bunu bildirir. O’na şiir söylemek yasak olduğu gibi, bir başkasına âit olan şiiri, şiir olarak nakletmesi de yasak idi.”
El-Harbî de şöyle demektedir: “Peygamber (s.a.v.), iki mısraı bir araya getirerek, tam bir beyit halinde şiir okumamıştır. Mutlaka tek mısra halinde misâl vermiştir. Bir beytin, yâ birinci mısraını okuyup i-kinci mısraını bırakmıştır, yâhud da ikinci mısraını okuyup birinci mısraını terketmiştir. Eğer her iki mısraı okuyarak misâl vermek iste-mişlerse, bu seferde mutlaka kelimelerin yerini değiştirmek suretiyle misâl vermiştir. Az yukarıdaki Abbas bin Mirdâs’m şiirinde olduğu gibi…”[52]
Peygamberimizin bir özelliği de, harbe karar verip zırhını giydikten sonra, çıkarmasının haram olmasıdır. Yazının devamını oku »
Share this - Lütfen : Paylaş
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
Posted in Diger Konular, Dini Konular, Güncel, Gündem, Peygamberimizin Mucizeleri, Yorumlar | Leave a Comment »
Posted by Site - Yönetici Şubat 22, 2010

Şefaat Nedir?
„Şefâat iki nevidir.
Biri, kişinin kendi amelinin iktizâsı;
Diğeri de, Resûlullah Efendimiz’in zâtına âid olan şefâattir.
Bundan mahrum olmamak lâzım.
Şefâat mahşerde, arasatta, sıratta olur.
Bir de, cehennemden çıkıp cennete girmek, cennette derecâtın terfîi ve Cemâl-i İlâhî’ye nâil olmak için şefâat vardır.”
S.H.T ( k.s.)
…
Share this - Lütfen : Paylaş
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
Posted in Bunları Biliyormuydunuz, Diger Konular, Güncel, Gündem, Genel, Tavsiyeler, Türkiye, Yorumlar | Etiketler: Şefaat Nedir? | Leave a Comment »
Posted by Site - Yönetici Şubat 22, 2010

Nefisle Savaş
Ayyazi (k.s) anlatıyor:
”Şehid olmak ümidiyle, zırhsız, göğsüm açık bir şekilde yetmiş kere savaşa girdim. Tenimde ok yarası almadık yer kalmadı. Vücudum kılıç yaralarıyla kalbura döndü, fakat şehidlik nasip olmadı.
Bunun üzerine nefsimle savaşmaya karar verdim. Halvete girdim.
Çile çekmeye koyuldum.Devamlı riyâzet yapıyordum. Ölmeyecek kadar yiyip içiyor, çok az uyuyordum. Nefsimle olan mücadeleme, ara vermeden devam ettim.
Bir gün, bir topluluğun savaşa gitmekte olduğunu gördüm. Bende de savaşa gitme arzusu uyandı. Nefsim bana, Haydi, yürü savaş meydanına’ diyordu. Nefsimin, savaşın faziletlerini sayıp döküp beni teşvik etmesine hayret ettim. Şaşırdım kaldım.Çünkü nefis yaratılışı gereği ibadetten itaatten hoşlanmaz.Nefsime seslendim:
Ey nefis! Doğruyu söyle. Savaşa gitmek istemenin sebebi nedir?‘ Nefsim cevap vermeyince tehdit ettim:
Eğer doğruyu söylemezsen, seni daha fazla riyâzet yaparak perişan ederim. Mahvolursun’ dedim.
O anda nefsim, sessiz sedasız bir şekilde, güzel bir ifadeyle, içimden şöyle söyledi:
Sen yaptığın riyâzetlerle, her gün beni öldürüyorsun. Devamlı işkence görüyorum. Yemeksiz ve uykusuz bırakarak, yavaş yavaş canımı alacaksın. Üstelik benim çektiğim bu ıstıraplardan kimsenin haberi yok. Savaşta bir kez ölüp kurtulurum. İnsanlar senin yiğitliğini överler. Şehid olduğun için, adın sanın yayılır.’
Bunun üzerine nefsime,Hem münafık hem iki yüzlüsün. Bu dünyada münafık olduğun gibi ölümünden sonra da münafıksın. Ne bu dünyada müslüman oluyorsun ne de öbür dünyada. İki dünyada da işe yaramazsın’dedim.
Bu beden sağ oldukça, halvetten başımı çıkartmamaya söz verdim.”
***
Sûfîler, nefisle yapılan mücadeleyi büyük savaş olarak kabul ederler. Düşmanla yapılan savaş ise küçük savaştır.Nefisle yapılan büyük savaşta şehid olmanın önemini, Mevlânâ şöyle anlatır:
”Dünyada muhabbet kılıcı ile Allah yolunda şehid olmuş nice kişiler vardır ki, onlar dünyada âdeta ölmüş gibi görünürler.Aslında onlar yaşayan ölülerdir. Ölmeden evvel ölünüz’ hadis-i şerifinin sırrına mazhar olmuşlardır. Daha hayatta iken nefislerini öldürmüşlerdir. Onların yeryüzündeki bedenlerinde, ölmeden önce hayvanî nefisleri ölmüş, insanî ruhları diri kalmıştır. Onlar âhirete diri olarak giderler.”
Kaynak : Mesnevide Geçen Hikayeler
..
Share this - Lütfen : Paylaş
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...
Posted in Diger Konular, Dini Hikayeler, Dini Konular, Güncel, Gündem, Mesnevi’de Geçen Hikayeler - Mevlana, Türkiye, Yorumlar | 2 Comments »